Tüketen medya

1960'lardan itibaren kendini gösteren ve popülerliğe abanan çok tartışmalı medya dilinin, kaynağını ve sonuçlarını değerlendirmede, bu değerlendirmeleri ulaşılabilir hâle getirmede bugünün verileri tam bir yeterlilik gösteremiyor. Medyanın “tarafgir” problemi üzerinden anlaşılmaya çalışılması ya da bu minvalde birikmiş yargıların bir medya tanımı olarak öne sürülmesi de bu analiz yetersizliğinin bir sonucu. Zira analizlerde de “tarafgirlik” problemi aşılamıyor.

“Küreselleşme çağında tüketimin kötüsü olmaz.”diyordu Tahsin Yücel. Yücel'in medya dilinin Türkiye'deki serüvenine dair analitik bir panoramasını okuduktan sonra bu cümleyi yadırgamıyorsunuz. Okunasılar arasında gösterilen birçok yazarın aslında uydurma işler peşinde olup zamanın dili ile konuşan “yalancılar” olduğunu söylemekten çekinmemişti. Onları diğerlerine nazaran nitelikli kılan tek şeyin “popülerlik” makamında bulunmaları olduğunu dile getirmişti.

Günümüzde tüketildiği ve talep edildiği fark edilen her şey kendiliğinden üst sıralara taşınıyor, medya deyimiyle “bütün objektifler kendisine dönüyor.”

Tüketilebilir meseleler uzun uzun çekiştiriliyor, özel reklam stantları gibi en öne taşınıyor, bir süre ağızlarda sakız oluyor.

Yine fark ediliyor ki konuşulmaktan iğdiş olmuşluğuna, hakkında uzlaşmaya varılamaması ve netice alınamaması da eklenince (zaten öyle bir tasa yok), izleyici/dinleyici/okuyucu da içten içe sıkılmış oluyor.

Böylece tartışmanın modası da geçmiş oluyor.

Anlaşılıyor ki medya bir meseleyi, tarihe not düşmek, yeni bir netice ihtiyacını karşılamak, uzlaştırmak, sorunları aşmak, belirli bir seviyede tutmak için tartışmıyor.

Haber verme vazifesine cazip tüketim unsurları eklemek, sansasyon meydana getirmek üzere tartışıyor.

Bütün bunlar olurken afişe olmuş hayatlar, rencide olan makamlar gözden kaçıyor; tartışmanın içine çekilen izleyici kitlesindeki fitne potansiyeli umursanmıyor.

Verdiği zarar bir tarafa, kısa medya tarihimiz toz duman edip yarım bırakılmış tartışma başlıklarıyla dolu.

90'larda sık sık tartışılan ve “Konuşan Türkiye!” sloganını üreten sürecin, bugün haddinden fazla konuşulmasına rağmen hiçbir meseleye de deva olmadığı anlaşıldı. Hâlbuki, “tartışan medya” kendini, çözüme götüren bir hakem olarak tanımladı.

Toplumun zıvana kontrolünü elinde tutacak kadar söz sahibiyken bu sorumluluğunu yerine getirme kaygısından çok uzakta bir medya dili hâkim.

Bu ve daha fazlası olan izlenimlerimiz yüzünden, küreselleşme ve tüketim kelimelerini en çok da kontrolsüzlüğü körüklediklerinden her gün daha fazla tenkitle anar olduk. Çünkü her iki kelimenin de somutlaşabildiği tek alan medya.

Tüketim kanallarının ve bu kanalları besleyenlerin her gün değişen rotası, geleceğe dair hezimet ya da bir çıkış yolu bulma noktasında fikir edinmemize engel oluyor.

Toplumun merakını celbeden cafcaflı basın-yayın organları, şahsiyeti, hayatı, duyguları, acıları, hakikatleri, sosyal kimliği, sorumlulukları, psiko-sosyal gelişimi ve sanatı âdeta unutturmak için ant içtikleri ortak bir manifesto ile hareket ediyor gibiler. Bu da hiç yoktan yer işgal etmeleri sınırını aşarak ciddi bunalım malzemesi olmaları demek. Büsbütün yorumsuz, güçsüz, tercihsiz, bencil, etkisiz, saplantılı, duyarsız bir yığını, moda sloganlarının peşinden giden tartışmalarla bir araya getiriyorlar.

Bugün medyanın ortak tartışma konularına dikkatle yaklaşmak mecburiyeti var. Din, değerler ve farklılıkların hazımsızlığından doğan toplum sancılarına yönelik tartışmalar medya dilinin boyutlarını da haddini de aşıyor. Had ve hudut sınırına dair medya etiğinin gündeme getirilip tartışılması, medyanın birincil mecburiyeti. Bunu kendisi üstlenmezse, üzerindeki güvensizliği kaldıramayacak.

Medya yöneticilerinin inşallah böyle bir derdi vardır.

Bu vesile ile; medya etiğini kavramışlara, basın-yayın araçlarıyla sarf ettiği her sözün vebaline inanmışlara selam olsun.