Türkler'in İslamiyet'i Kabulüne Dair Bazı Tespitler yahut İlk Müslüman Türkler
Türklerin İslamiyet’e girişi meselesi çok farklı yönleriyle ele alındı, alınıyor. Bu cümleden olarak Türklerin hangi saiklerle İslam’ı kabul ettikleri yanında kabul şekilleri tekil bazı olaylardan yola çıkarak, tümevarılmak suretiyle bütünün bir resim içinde görülmesi sadedinde bu yazı kaleme alınmıştır. Türkler bu yeni dini bir anda ve külliyen kabul etmedikleri gibi farklı mekân ve zamanlarda muhtelif suretlerde bu dini kabul etmişler, ve böyle Müslüman Türk toplum yapısı teşekkül etmişlerdir. Süreçte Müslüman Türk Devletleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Şehirleri de bu manada kültürün izleri ile dönüşmeye ya da kurulmaya başlamış yani Türk medeniyeti İslami dönem veçhesiyle teşekküle başlamıştır. Burada değişik zaman ve mekânlarda Türklerin İslamiyet’e girişlerinin kaynaklara yansıyan bazı olayları üzerinden ele alınması ile gelişmeler anlaşılmaya, tespit ve tasnife ve açıklanmaya çalışılacaktır.
Esaretten Devlete: Gazneliler, Tolunoğullar, İhşidiler
Türklerin
İslamiyet’i kabulü, İslam toplumu ile karşılaşmaları ve yeni dine intikalleri
konusunda en dikkat çekici bilgileri edindiğimiz dönemlerden birisi
Gaznelilerin başlangıcıdır. Gazneliler devletinin temelini atan ve bilahare
kurucusu olan Alp Tegin ve Sebük Tegin bu süreçte dikkat çekici örnekler
oluşturmaktadırlar. Samaniler devri de Abbasiler dönemi Türk-İslam ilişkilerini
anlamak bakımından önemlidir. Bu cümleden olarak “II-IV. (IX-X.) yüzyıllarda Sâmânî Devleti’nin en parlak devrinde
Mâverâünnehir yoluyla İslâm dünyasına giren Türkler’in büyük bir kısmı, Abbâsî
halifelerinin ve eyaletlerdeki Arap ve İranlı valilerin hizmetinde asker veya
muhafız olarak hizmet görmekteydiler. Bu sırada Büveyhîler ve Sâmânîler mahallî
kuvvetlerin yanında ordularında Türk askerlerini kullanmaya başlamışlardı.
Nitekim 300 (912) yılından sonra Sâmânî Devleti’nde Türk vali ve kumandanlarına
rastlanmaktadır. (E. Merçil, Gazneliler, DİA, c. 13, ist, 1996, s. 481)”
İşte bu şekilde Türkler İslam toplumunda esasen askeri görevler merkezinde yer
almaya başlarlar. Abbasi başşehri olarak Samerra devri denilen bu dönemde, 832-896
tarihleri arasında, Türklerin baskın hale geldiği bu devir genel resimde
dikkatle ortaya konulmalıdır. Bu yolda Gazneliler, Tolunoğulları ve İhşidîler
devletlerinin yöneticilerinin kökenlerine baktığımızda, hep bu surette İslam
toplumu ve diniyle temasa geçmiş ve sonradan devlet başkanı olacak düzeylerde
yükselmiş şahsiyetler olduğunu görmekteyiz. Böylece Türklerin bu yeni dine
girişleri ve bu toplumda yer alışlarına dair resmin ilk parçası esir edilerek;
gulam olarak devlet hizmetine köle pazarlarından ulaşılması, İslam ile
tanışılması ve müteakiben yükselen bir kariyer ile devlet başkanlığına kadar
varan seviyede ilişkiler söz konusu edilebilir. Süreçte Bağdad’da Samerra devri
sona ererken Türkistan’da başka gelişmeler yaşanmaya başlanacaktır. Böylece
artık sadece askeri hizmetler çerçevesinde İslam toplumunda yer almanın
ötesinde Türkistan’da toplu kabullerin yaşanamaya başlayacağı 10. asra doğru
geçilmiş olacaktır.
Alp Tegin’in hikayesinden bu yolda ne öğreniyoruz?
“Abbâsî
Halifesi Mu‘tazıd-Billâh 893 yılında İsmâil’in Mâverâünnehir’e hâkimiyetini
tasdik eden bir menşur gönderdi. Emîr İsmâil, aynı yıl Talas’a Karluklar
üzerine başarıyla sonuçlanan bir sefer düzenledi. Talas’ın Türk emîriyle
dihkanların çoğu bu sefer sırasında Müslüman oldu. Büyük bir kilise camiye
çevrildi ve hutbe Halife Mu‘tazıd-Billâh adına okundu. Yine aynı yıl Üsrûşene
Sâmânî topraklarına katıldı. (Sadi
Kucur, İsmail b. Ahmed, DİA, c. 3, 2001, s. 85)” Böylece Türkler’ den bir kısmı
İslam’a girerken bir grupta esir edilmek suretiyle bahsettiğimiz düzende İslam
toplumu içinde yer almaya başlarlar. İşte bunlardan ilk misal olan “Alp Tegin, Sâmânî Emîri Ahmed b. İsmâil’e
satılmış bir Türk gulâmı olup zamanının birçok hassa askeri gibi Sâmânîler’in
muhafız kıtasına alınmıştı. Bulunduğu yerde yavaş yavaş kendini gösteren Alp
Tegin, Sâmânî Emîri Nasr b. Ahmed tarafından âzat edildi ve bir süre sonra onun
hâcibü’l-hüccâblığına (hassa askerleri kumandanlığı) yükseldi. (Erdoğan Merçil Alp Tegin, DİA, c.2, 1989, İstanbul, s.
525)” Burada işleyişi ve süreç aslında bu devirdeki gelişmeleri takip
bakımından manidardır: Önce, İsmail b. Ahmed’in askeri seferinin bölgeyi İslam
beldesi haline getirmesi, sonra gulam olarak ele geçen şahsın askeri görevlerde
yer alması ve nihayet azad edilerek devlette üst düzey görev verilmesi olarak
gördüğümüz örneğin farklı misallerde umumen yaşandığını söylemek yanlış olmaz.
Nizamülmülk’ün Siyasetnamesinde gulamların yetiştirilmesine dair sonraki yazıda
ele alacağımız hususlar da işleyişin mantığını anlamak noktasında fevkalade
değerlidir.
Alp
Tegin’den sonra Sebük Tegin de bu konuda meseleyi aydınlatmak sadedinde dikkat
çekicidir: “Bugün Kırgızistan sınırları
içinde yer alan Isık Göl civarındaki Barshân (Barsgan) bölgesinden veya Barshân
adlı Türk boyundan olduğuna dair iki görüş bulunmaktadır. Bir akın sırasında
komşu kabilelerden Tuhsılar’a esir düştü ve Sâmânî Emîri I. Nûh zamanında
(943-954) Buhara’ya getirildi. Burada Sâmânî kumandanlarından Alp Tegin
tarafından satın alındı (348/959). Sebük Tegin, Alp Tegin’in himayesiyle Sâmânî
sarayında hızla yükseldi ve önemli görevlere tayin edildi. Alp Tegin onu
kızıyla evlendirdi. (Erdoğan Merçil, Sebuk Tegin, C. 36, İst, 2009, s.
262). Burada da aynı süreci diğer bir şahıs üzerinden izlemek mümkündür. Sebük
Tegin’in Pendnamesinde kendisine dair verdiği bilgilerde bu devirlerde bir
kişinin nasıl esir olup daha sonra sultanlığa kadar varacak bir yolda
ilerlediğini görmek bakımından önemlidir. Ehemmiyetine ve kayıt düşmek adına
onun anlattıklarını aynen aktarıyoruz: “Emir
Sebüktegin (Rahmetullahi aleyh) 'in Pend-namesi: Emir Sebüktegin oğlu Mahmud'a
şöyle der; Ey oğul bil ki, sana söyleyeceğim bu sözlerden maksadım, kendi
ahvalimi sana bildirmektir ta ki, çocukluk devrinden istiklal ile bir ülke
hakimi olduğum bugüne kadar Allah benim başıma ne haller getirdi ve ne şekilde
köleliğe düştüm ve ne şekilde padişahlığa ulaştım öğrenesin. İyi dinle ve bil
ki, ben Türkistan'da Barshan lılar denilen bir kabiledenim. Bu isim o kabileye
şu sebebden verildi: güya Fars
meliklerinden biri Türkistan'da yerleşmiş ve Türkistan hükümdarı olmuştu. Ona
Bars-Han derlerdi ve bu kullanıla kullanıla Barshan oldu. Babamın ismi Cuk idi
ve o kabilede bahadır olan herkese Kara Beckem derlerdi. Babam gayet güçlü ve
kuvvetli idi. Öyle ki, filin kemiğini eli ile kırardı ve o kabile gençlerinin
hepsi ona boyun eğerlerdi, sert yayı çekmek, güreşmek, süvarilik ve bu gibi
şeyler dolayısıyla şöhrete sahipti. Türk kabileleri arasında bir kabilenin
diğer bir kabileye yağma yapması adetti. Babam yalnız gider, yabancı kabileleri
vurur ve yağmalardı. Birçok çocuğu vardı, üçüncü çocuğu bendim. Misafiri
severdi; Evine. Her gün misafir gelirdi. Bir gün bir gurup misafir geldi;
bunların arasında yaşlı bir kahin bulunuyordu. Ben diğer çocuklar ile çadırın
bir köşesinde oturmuştum. İhtiyar beni görünce, yanına çağırdı, elimin ayasına baktı
ve ey oğul senin başından pek çok acaib şeyler geçecek; sana büyük bir devlet
görünüyor; neslin: hep padişah olacak dedi. Bu sözler ruhuma tesir etti ve
onları kalbimde sakladım, buna ulaşmaya gayret ettim. Bugün karşılaştığım her
şey bana o ihtiyarın sözünü hatırlatır. Allah'ın hükmü öyle idi ki, o hatta
Tuhsiler denilen Türkler'den bir topluluk babamın çadırına akın yaptılar ve
yağmaladılar. Malın hepsini, çocukları ve kadınları götürdüler. Babam o gün ava
gitmiş idi, Tuhsiler beni de esir olarak götürdüler. O gün 12 yaşında idim.
Babam geri döndüğü zaman hiçbir şey yapamazdı. Çünkü o mevkiden Tuhsiler'in
yerine kadar uzun bir mesafe vardı ve onlar iki-üç günlük yol almışlardı. Babam
yalnızdı; peşlerine düşmek güç geldi, bu sebebden onların arkasından gitmedi.
Babamın halinin bundan sonra neye vardığını öğrenemedim. Ancak beni diğer
çocuklar ile Tuhsiler kabilesinin ahırına getirdiler, ve bir müddet bana
çobanlık ettirdiler. O dağlarda ve sahralarda koyun otlatıyordum. Kabilenin
hepsi putperestdi, sahraya insana benzer bir taş konmuştu; ona secde ederlerdi.
Burası onların ziyaretgahı idi ve her vakit putun dibinde kurban keserlerdi ve
orada toplanırlardı. Hergün benim yolum o putun yanından geçerdi. Putu gördüğüm
zaman her ne kadar çocuk idiysem de aklımdan bu insanların bir hiç oldukları
geçmekteydi. Çünkü, her gün bir taş önünde secde ediyorlardı. Bir gün oradan
geçiyordum, kurbanlardan düşmüş olan bağırsak ve pisliklerden aldım, hepsini o
puta sıvadım ve çamur ve gübre ile bulaştırdım. Gönlümden, eğer bu taşın
kuvveti varsa bana bir kötülük ulaşır, eğer hiç kuvveti yoksa bu topluluk hepsi
yolunu şaşırmıştır dedim. Bana o taştan hiç kötülük ulaşmadı. Bunun üzerine
ertesi gün o mel'unlar geldiler ve şaşırdılar, bizini tanrımıza böyle şeyler
yapmaya kim cüret etti, dediler. Ben orada durmuşdum ve hiçbir şey
söylemiyordum. Sonra her gün böyle yaptım ye · Allah'a imanım gittikçe arttı.
Böylece onların arasında dört yıl kaldım. Sonra beni diğer birkaç gulam ile
Maveraünnehr şehirlerine götürdüler ve sattılar. Semerkand'ın Çaç (Şaş) şehrinden olup, adı Nasr-ı Çaçi olan
iyi itikadlı müslüman bir tüccar beni diğer on gulam ile satın aldı ve bizi Nahşeb
şehrinden Buhara'ya götürmeye niyet etti. Ben Nahşeb'de hasta oldum. Öyle güç
bir hastalık ki, Nasr benden ümid kesti ve beni ihtiyar bir kadına teslim etti.
Ona para verdi ve «eğer ölürse cenazeyi teçhiz et» dedi. Nasr gitti ve ben üç
yıl hasta kaldım. Nasr her yıl beni satmaya gelirdi fakat aynı şekilde hasta olduğum
için bırakıp giderdi. O ihtiyar kadın iyi bir kadındı ve bana karşı merhametli
idi; hekimin tavsiye ettiğinden başka hiç birşey yememe müsaade etmiyordu. Ben
çok zayıf idim ve her ne kadar bana ekmek ve et verin dedimse de vermediler.
Bir gün o kadın evden yok oldu. Bir mikdar altına sahiptim. O kadının iyi huylu
genç bir oğlu vardı, benimle dost olmuş ve bana kardeşlik elini uzatmıştı. Ona
benim için parça et ve yoğurt getir dedim; gitti, et ve yoğurt getirdi,
tencereye koyup pişirdi ve ben de yedim. Ogün daha iyi oldum. Sonra bir haftaya
yakın o genç et getirdi, ben yedim. Nihayet kuvvetlendim ve durumu kadına
söyledim; o da bana aynı yemekten verdi. Bir aya yakın zamanda eski durumuma
döndüm ve tamamen iyi oldum. Benim hevesim silahşörlük ve binicilikte idi. Bana
kardeşlik eden şahsın sanatı da silahşörlüktü ve evin kapısı önünde bir meydan
vardı. Her gün büyük kişilerin oğulları gelmekte ve ondan silahşörlük
öğrenmekteydiler. Ben dahi o kadar kuvvet kazanmıştım ki, yay çekebiliyordum. O
bana da ders veriyordu. Nihayet iyi bir silahşör oldum. O benden bir şey
esirgemedi. Nasr o yıl tekrar geldi, beni alarak Buhara'ya götürdü ve diğer
dokuz gulam ile Emir Alp Tegin'e sattı. Emir Alp Tegin beni beğendi ve dokuz
gulamın başına geçirdi. Her gün efendimin şefkatını gönlümde daha fazla hissediyordum
ve ona hizmet ediyordum. Alp Tegin en güç ve en tehlikeli işi bana emr ederdi.
Her nereye gittimse muzaffer geri döndüm. Nihayet bugün görüyorsun ki, Allah
beni emirliğe ulaştırdı ve kullarının başına hâkim kıldı.
(Sebüktegin Pendnâmesi, Haz. Erdoğan Merçil, İslam Tetkikleri Enstitüsü
dergisi, C.6/2, 1975, s. 227-229)” Türkler nasıl İslam
oldular sorusunun cevabını ararken bu iki şahsın örneği sanıyoruz çok
aydınlatıcıdır. Bunlara ilave olarak daha önce ele aldığımız Ahmed b. Tolun ve
Muhammed b. Tuğc’un dip atalarının da Buhara ve Fergana’dan benzer şekillerde
gelerek Abbasi başşehri Bağdad’da görevler aldıklarını görüyoruz: Buhara asıllı bir Türk olan Ahmed’in babası Tolun,
Halife Me’mûn zamanında 816 yıllarına doğru Bağdat’a gelmiş ve kısa süre içinde
halifenin sarayında ve kumandanlar arasında itibarlı bir mevkiye sahip
olmuştur. Fergana hükümdar ailesine mensup olan Muhammed b. Tuğç’un
dedesi Cuf, Bağdat’a gelip Halife Mu‘tasım-Billâh’ın hizmetine girmiş bir Türk
kumandanı idi. Görüleceği üzere Türklerin İslam ile karşılaşıp bu toplum
içinde yer alıp yükselmelerine dair resmin ilk bölümünde esaretten saltanata
giden yoldaki gelişmeler suretiyle yaşanan gelişmeleri kaydetmek yerinde
olacaktır. Emeviler devrinde yedinci asırda Ubeydullah b. Ziyad’ın gönderdiği
Buharalı okçulardan itibaren bu yolla Türkler İslam hizmetinde yer alarak zaman
içinde toplu olarak İslam’ın kabul edilip Selçuklular devrinde hakimiyet
devirleri başlayana kadar İslam toplumu içinde esas unsur olarak yer
almışlardır. Onları esir edilip tarlada çalışan köleler gibi düşünmek
gulam/memlûk denen sistemi anlamamak demek olacağı da burada ifade edilmelidir.
Davet: İdil Bulgarları ve Selçuklular
Türklerin İslam’a
girişleri konusunda resmin ikinci bölümünde bu dini siyasi, sosyal, ekonomik ve
kültürel tesirlerle kabule yakınlaşan Türklerin, İslam toplumundan kendilerine
dini öğretecek birilerini davet etmeleri suretiyle bu dini toplu olarak
kabullerinden bahsedilebilir. Bunun Örneği olarak İdil Bulgarları ve
Selçuklular misal olarak verilebilir. “Eski Türk inançlarını devam ettiren İdil Bulgarları,
Hârizm ve İran’dan ticaret yapmak için ülkeye gelen müslüman tüccarların
faaliyetleri sonucu müslüman olmaya başladılar. Ülkedeki müslümanların sayısı
giderek arttı. Gerek ülkeye gelen tüccarlar ve müslüman olan ahalinin etkisi,
gerekse Hazar Hakanlığı’na karşı müttefik aramak arzusu, İdil Bulgar Hanı
Şilkey oğlu Yeltever (İlteber) Almış’ı Abbâsî halifesiyle münasebet kurmaya
sevketti. Halife Muktedir-Billâh’a elçi gönderen Almış Han, İslâmiyet’i kabul
etmek arzusunda olduğunu belirterek ülkesine din adamları gönderilmesini
istedi. Bunun üzerine halife, Sevsen (Sûsen) er-Ressî başkanlığındaki bir
heyeti Bulgar ülkesine yolladı. Meşhur seyyah İbn Fadlân’ın danışman ve kâtip
olarak bulunduğu heyet, 12 Muharrem 310’da (12 Mayıs 922) Bulgar hanının İdil
boyundaki karargâhına ulaştı. Almış Han ve devletin ileri gelenleri elçi
heyetini çok iyi karşıladılar. Hanın resmen Müslümanlığı kabul etmesiyle Abbâsî
hilâfetine tâbi müslüman bir devlet haline gelen İdil Bulgar Devleti bu
tarihten sonra İslâm dininin Doğu Avrupa’daki temsilcisi oldu. (Ahmet Taşağıl, İdil Bulgarları, c.20, İst,
2000, s. 473.) “Selçuk Bey, gerek
kendi hayatını emniyette görmemesi, gerekse diğer siyasi ve iktisadi
sebeplerden dolayı, Yenikent şehrinden Sir-derya (Seyhun) 'nın sol kıyısında
yine bir Oğuz şehri olan Cend'e göç etti. Cend şehri ve civarı Yabgu Devleti
hakimiyetinin zayıf bulunması ve İslamiyet'in buralarda hızla yayılması sebebi
ile, Selçuk Bey için çok müsait bir muhit idi. Yabgu'nun Cend şehrindeki bütün
hakimiyeti yılda sadece bir defa gelen memurlarının vergi toplamalarından
ibaret kalıyordu. Bu durumu iyi değerlendiren Selçuk Bey, çevrenin siyasi ve
sosyal şartlarını da dikkate alarak, tarihi bir kararla İslam'ı kabul etti ve
Buhara'nın kuzeyinde bulunan Zandak (Zandana) şehrine haber göndererek buranın
müslüman valisinden kendilerine İslamiyeti öğretecek bir din alimi göndermesini
istedi. Selçuk Bey'in Cend civarına gelmesi ve İslami· yeti kabul etmesi,
takriben 960 yıllarda olmuştur. Selçukluların bu din değiştirme hadisesinde
siyasi bir görüşün yanısıra bu yeni dinin üstünlüğü, müslüman tüccar ve
mutasavvıfların gayretleri de müessir olmuştur. (Coşkun Alptekin,
Selçuklular, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 7, İst., 1989, s. 96). Resmin
ikinci parçası, 10. asırda toplu kabullerin yaşanıp İlk Müslüman Devletlerin
ortaya çıkmaya başladığı devir ve daha sonra Türklerin İslam dünyasına hâkimiyet
devrini söz konusu kılacak olan Selçukluların İslam’ı kabullerini görmek
suretiyle açıklamamızın bir aşaması daha tamamlanmış olur.
Tebliğ; Tüccar, Alim, Mutasavvıf yahut Ebu Nasr Samani yahut
Türk Hakanlığı/Karahanlılar
Türk
Hakanlığı yahut Karahanlılar devrinde İslam’ın kabulü diğer bir usulü bize
göstermektedir. Türk ülkelerinde ulaşan tüccar, alim, mutasavvıf karakterinin
İslam’ı tebliği ile dinin yayılmasına dair resmi Satuk Buğranın İslamiyet’i
kabulünde görüyoruz. “Sâmânîler’den
İsmâil b. Ahmed, Muharrem 280’de (Mart-Nisan 893) Doğu Karahanlılar’ın merkezi
Talas’ı zaptedince buradaki Türk emîr ve dihkanlarının çoğu müslüman oldu.
Kadır Han Oğulçak bu gelişmeler üzerine başşehri Kâşgar’a nakletti. Daha sonra Sâmânîler
arasındaki iç çatışmalardan faydalanarak Sâmânî topraklarına saldıran Oğulçak
kendisine sığınan bir Sâmânî şehzadesini kabul etti. Bezir Arslan Han’ın 303
(915-16) yılı civarında ölümü ve Balasagun’da Karahanlı tahtına II. Arslan
Han’ın çıkması üzerine Satuk annesiyle birlikte Kâşgar’a gidip amcası Kadır Han
Oğulçak’a sığınmak zorunda kaldı. Amcası adına vergi tahsil etmek üzere Kâşgar
yakınlarındaki Artuç’a giden Satuk, burada Tezkire-i Satuk Buğra Han’da
kuvvetli bir âlim ve Üveysî bir kutub olarak tanıtılan Ebû Nasr b. Mansûr ile
tanıştı. Ebû Nasr’ın inşa ettirdiği caminin etrafında oluşan bu küçük
ticaret şehrinde namaz kılanları görünce İslâm hakkında ilk bilgileri Ebû
Nasr’dan aldı. (Ömer Soner Hunkan, Satuk Buğra Han, DİA, c. 36, İst, 2009, s.181)
Bu Müslüman şehzadeyle ve Nîşâburlu Ebü’l-Hasan Muhammed b. Süfyân el-Kelemâtî
(Sem‘ânî, X, 458-459) gibi âlim ve sûfîlerle karşılaşan Oğulçak’ın yeğeni
Karahakan Satuk b. Bezîr (İbnü’l-Esîr, XI, 82) müslüman oldu (308/920 veya
333/945). İbnü’l-Esîr, onun rüyasında
gökten inen bir kişinin kendisine Türkçe olarak, “Müslüman ol ki dünya ve
âhirette selâmet bulasın” dediğini, bunun üzerine rüyasında İslâmiyet’i kabul
ettiğini ve sabah olunca müslüman olduğunu herkese açıkladığını kaydeder (a.g.e., XI, 82). Abdülkerim adını
alan Satuk amcası Oğulçak ile mücadele ederek başarı kazanmış ve
Karahanlılar’ın batıdaki topraklarında İslâmiyet’in yayılmasına çalışmıştır. (Abdulkerim
Özaydın, Karahanlılar, c.24, İst., 2001, s. 405-406).” Ebu Nasr Samanî adeta
Türklerin İslam’ı kabullerinde etki eden unsurları temsil eden bir sembol şahıs
gibidir. Satuk’un İslam’ı kabulüyle İdil sahası gibi Türkistan’da da toplu
İslam’a girişler başlayacaktır ki bu son derece önemli bir gelişmedir.
Türkler
tek bir yerde ve zamanda Müslüman olmadılar. Bundan daha önemlisi ise
görüleceği üzere kılıç zoruyla da İslam’ı seçmediler. Bu yazıda göstermeye ve
açıklamaya çalıştığımız üzere Türkler İslam’ı kabulde birkaç farklı yoldan din
ile buluşmuşlardır. İslam devleti hizmetine esaret yoluyla alınıp daha sonra
azad edilerek devlet hizmetinde yer almak, yeni dini kabule karar verip
akabinde İslam ülkelerinden dini öğretecek kişiler talep etmek ve nihayet
çeşitli saiklerle ulaşan tebliğ vesilesi ile dini kabul etmek. Bu şekilde resmin
parçaları birleştiğinde Türkistan’da İslam’ın nasıl Türkler arasında yayılıp
geliştiğini görmek kabildir, diye düşünüyoruz. En azından müteferrik malumat
müşterek bir anlam için ortaya konulmuş olmaktadır. Bu ayrı gibi görünen
parçalar birleşiğinde resim, gerçeği anlamak ve açıklamak bakımından daha net
olarak görünmeye başlayacaktır. İlk Müslüman Türk devletleri dediğimiz
yapıların kurucuları ve/veya onların atalarına dair bazı hususlar ve İslam
dairesine giriş hikâyelerine toplu bakmak, Türk toplumunun 8. asırdan itibaren
önce münferiden sonra 9. asırda gruplar halinde ve nihayet 10. asırda toplu
olarak bu yeni dini kabullerini tespit bakımından önemlidir. Anlamadan
açıklamak açıklamadan kendilik sahibi olmak köksüz ağaç vaziyeti gösterecektir.
Kılıç ezberine sapmadan önce çok daha karmaşık ve katmanlı ilişkileri anlamak
elzemdir.
Vesselam