ÜLKEMİZDEKİ BİR İŞGAL GÜCÜ OLARAK CHP (2)
(…..) Ahmet Kabaklı’nın naklettiğine göre; Batılı ve sanat adamlarının “Mavi Cami” diye göklere çıkardıkları Sultanahmed Camii, 1939-1945 yılları boyunca, Anadolu’dan toplanarak Trakya sınırlarına gönderilecek olan erlerin sevkıyat durağı (geçici yığınağı olarak) kullanılmıştır. O muhteşem yapının içinde ocaklar yakılmış, yemek pişirilmiş, çamaşır kazanları kaynatılmıştır. Bu arada şaheser çinilerin bir kısmı, yanmış ve kararmıştır (Kabaklı,1989:192). Prof.Dr Orhan Oğuz da şahit olarak aynı olaydan şöyle bahseder:
Sultanahmet Camii bir ara
kapalıydı. Harp zamanında depo haline getirilmişti. Yeniden açıldıktan sonra
gittim. Pencerelerin önünde sedef işlemeli kapaklar vardı. O sedeflerin tahrip
edildiğini üzülerek gördüm (Oğuz,2004:50).
İstanbul’un orta yerindeki Şehzadebaşı
Camii de camilere karşı uygulanan
şiddetten nasibini almıştı. Prof.Dr İsmail Karaçam, bu vandal işgalini şöyle anlatır: Şehzadebaşı Camiindeki hayata
biz de alıştık. Hele bazı akşamlar rezaletten oluşan gösterilere diyecek yoktu.
Şöyle ki caminin Vefa Lisesi tarafına bakan medreseler tamamen metruk
vaziyetteydi. Medrese odaları bütünüyle çingeneler tarafından işgal edilmiş
durumdaydı. Bazı geceler bu esmer vatandaşlar akşama kadar topladıklarıyla
medresenin şadırvanı kenarına masayı kurarlar, kim hangi çalgıyı çalıyorsa
çalgısıyla masa başında yerini alır, rakılar, mezeler… Bir curcuna başlar ki,
birinci sınıf gazinolarda bu alemi bulamazsınız. Bu medreselerdeki Çingene
curcunası –tabiatiyle- bu söylediğimizden ibaret değil. Bunun ötesinde cereyan
eden ahlak dışı olayları serdetmeye konumuz ve gayemiz müsaade etmez (Karaçam,
2009:94).
Yakın
tarihin önemli şahitlerinden biri olan
Kadir Mısıroğlu da camilere karşı uygulanan terör ve şiddetten şöyle
bahsediyor: “Camilerin büyük bölümü at
ahırı veya depoydu. İstanbul
Vefa’daki Vefa Bozacısı’nın bitişiğindeki Güngörmez Mescidi, içinde at nallanan
bir nalbant dükkanı olarak kullanılıyordu. Bugün o mescitte halen
nalbanttan kalma duvar halkası mevcuttur”
(Mısıroğlu,1995:157).
Kayseri’de
de benzer hadiseler olmuştu.Emekli Müftü Mustafa Efe o günleri şöyle anlatır:
Oradaki tarihi Hacı Kılıç Camii’ne at ve
eşek semerleri doldurulduğunu, koskoca Laleli Camii’nin içine de ot ve saman
doldurulduğunu gözlerimle görmüştüm. Milli şef döneminin acı hatıralarıydı
bunlar (Efe,2013:114).
Erzurum’da da bütün medreseler ve
camiler kapatılmıştı. Sadece Gürcü Kapı Camii, İhmal Camii, Lala Paşa Camii ve
Murat Paşa Camii açıktı. Kurşunlu Camii
hapishane yapılmıştı (Kırkıncı,2004:26).
Erzurum Ulemasından Mehmet
Kırkıncı Hocaefendi, baskılardan dolayı gelinen noktayı şöyle
anlatıyor:1944 yılında Mustafa Efendi bir gün dedi ki:"Ben artık bu
memlekette duramam. Gideceğim. Burada dinimizi gizli okutuyoruz, okutanlar
tevkif ediliyor. Kur’an yasak, ezan yok, kamet yok...” demişti
(Kırkıncı,2004:27).
4) Tarih Düşmanlığı
1927
tarihinde 'Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Bilumum Mebanii Resmiye
ve Milliye Üzerindeki Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması Hakkında Kanun’
çıkarılmştı..Sözkonusu kanuna dayanarak, İstanbul
Valiliği, İstanbul Üniversitesi, Sirkeci Tren Garı, Darülaceze, Çırağan Sarayı
gibi çok bilinen yerler başta olmak üzere binlerce tarihi eserdeki tarihi tuğra ve kitabeler sökülmüş, kırılmış ve çöpe
atılmıştı.
Yozgat Eski Milletvekili Ali Şakir Ergin’in naklettiğine göre; Yozgat merkezindeki Demirli Medrese ve
Kütüphanesi'ndeki pek çok kıymetli yazma eser, Köseyusuflu'daki Abdullah Ağa
Medresesi ve Kütüphanesi'nde bulunan nadir yazma eserler medrese avlularında
yakılarak imha edilmiştir. Bakiyesinin de toprağa gömülerek yok edildiği,
mahallinde hâlâ söylenmektedir.
Harp sonrasındaki siyasî iktidarın harf
inkılâbı ile ilgili katı uygulamaları neticesinde, tekkelerde ve hatta
mensuplarının evlerinde ve ellerinde eskiye dair kitap, defter ve teberrükât
eşyası cinsinden ne varsa, mevcut olanlar türlü yollarla elden çıkarılmış,
geride kalanlar da jandarma korkusuyla mezarlıklara gömülerek veya yakılarak
imha edilmiştir.
Bununla da yetinilmemiş, tuğra ve
Armalarla ilgili 1057 sayılı kanundan sonra Meydan Yeri'ndeki mermer Hamidiye Şadırvanı üzerindeki âyetler ve edebî
şiirler kırılıp kazınmış, okunmaz hale getirilmiştir (Ergin,2016:58).
CHP İktidarının bu mânâdaki uygulamalarından en manidar
olanlarından biri de tãrihî değer taşıyan resmî evrakın kilo ile Bulgaristan’a
yok pahasına satılmasıydı.M.Ertuğrul Düzdağ
bu vahim olayı şöyle anlatıyor: Bazı
gazetelerde "Bulgarlara satılan Osmanlı arşivi vesikalarına dair bir haber
çıktı. Fransa'da yayınlanan "Le Nouvel Observateur" adlı dergi,
Türkiye'nin, Osmanlı arşivlerini, incelemek isteyenlere açtığı haberi üzerine,
1931 yılında Bulgarlara satılmış olan vesikaları gündeme getirmiş.Dergi,
"Bu vesikaların o zaman satılmasından maksadın Ermenilere dair arşivde
bulunan vesikaların ortadan kaldırılması olduğunu, fakat bu vesikaların
Bulgarlar tarafından alındığını öğrenen Vatikan'ın önemli miktarda para
ödeyerek belgeleri satın aldığını ve söz konusu belgelerin şimdi Vatikan'ın
elinde bulunduğunu" yazmış (Düzdağ,2016:88).
Düzdağ, anlatmaya şöyle devam ediyor:Bu
iki sene zarfında Bulgarlar, Viyana'dan getirttikleri bir müsteşrike evrakı
tedkik ettirerek, Bulgaristan'a dair olanları ayırmışlardı. O zamanki gazeteler, Bulgarların bu evrakın
bir kısmını da kırk milyon leva'ya Vatikan'a sattıklarını yazmışlardı.
Böylece geriye kalan ve kendilerine yaramayan kısım da bize iade olunmuştu
(Düzdağ,2016:95-96).
Tãrihçi İbrahim Hakkı Konyalı’nın
tesadüfen şahit olduğu bu tãrih katliamı o kadar geniş yankı uyandırmıştı ki,
devrin Manisa Mebusu Refik Şevket Bey, bir soru önergesi vererek konuyu
Meclisin gündemine taşımıştı. “Maliye
Bakanı hãdiseyi doğrulamış, kilo ile satılan evrakın Bulgaristan’a
götürüldüğünü, evrakın değerlisi ile değersizini ayırt etmeden satış yapan
memur hakkında soruşturma başlatıldığını söylemişti” (Goloğlu,1972:72).
5) İstiklal
Marşı Şairi Mehmet Âkif Ersoy’a Düşmanlık
İstiklal
Marşı Şairi Mehmet Âkif Ersoy; 1.Meclis’e Burdur Mebusu olarak katılan,
İstiklal Marşımızı yazan, o günlerde sırtında paltosuz dolaştığı halde
kendisine ödül olarak verilen 500 lirayı orduya bağışlayan bir Milli Mücadele
kahramanıydı.
Cumhuriyetin
Kurulmasının ardından hiçbir kanun,
nizam ve ölçü tanımayan İstiklal Mahkemeleri, bir süre sonra İstiklal Marşı Şairi Mehmet Âkif Ersoy’un damadını dolayısıyla kendisini de hedef
almışlardı.Ankara’da hiçbir farklı düşünceye tahammül edemeyen yeni
yöneticiler, bir süre sonra muhalif olan herkesi polis aracılığı ile takip
ettirmeye başlarlar.Takip edilenlerden biri de İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif
Ersoy’du.
Bazı mahfiler tarafından da Milli
Şaire büyük bir ambargo uygulanıyordu.Ankara Halkevi Reisi Ferit Celâl’in
Mehmet Akif ile ilgili sözleri bu anlamda önemli bir ipucu teşkil eder. “Mehmet
Akif ile ilgili bir toplantıya şiddetle karşı çıkan Ferit Celâl, vatan şairi
Namık Kemal’i de dini hisler taşıdığı gerekçesiyle dışlamak istediğini söylemişti”
(Serdengeçti,2000:198).
(Devam Edecek)