08 Haziran 2016

Umrandan medeniyete

İbn Haldun Mukaddime'sinde “İnsanların azalmasıyla arzdaki umran da eksildi. Şehirler, iş ve sanat yerleri harap oldu, yollar ve işaretler yok oldu, ülkeler ve meskenler işsiz ve kimsesiz kaldı, devletler ve kabileler zaafa duçar oldu, ülkelerde yaşayan insanlar değişti” (İbn Haldun, 2007: 195) derken “umran” ile “nüfus” arasında bir bağlantı kurar. “Umran-devlet” için kentli bir nüfusa ihtiyaç bulunmaktadır. İbn haldun'a göre göçebe ve köy hayatı, yerleşik ve kent hayatı tipinden önce gelir.

İbn Haldun başka bir yerde “Malum olsun ki, tarihin hakikati, âlemdeki umrandan ibaret olan insan cemiyetinden (insanî içtimâ) haber vermektir” (İbn Haldun, Mukaddime, Dergâh Yayınları, 2007: 199) ifadesiyle Süleyman Uludağ'ın da işaret ettiği üzere “cemiyetin ve tarihin bir tabiatı olduğuna (tabiatu'l-umran), fiziki tabiat gibi içtimai ve tarihi tabiata da bir takım kanunların hakim olduğuna, tıpkı fiziki tabiat gibi içtimai tabiatın da tetkik edilip kanunlarının keşfedilmesi gerektiğine inanmakta ve bundan determinizm anlayışı doğmaktadır” (İbn Haldun, 2007: 199).

İbn Haldun, “Cemiyetin tabiatı” kavramına gelince itiraz edebiliyoruz.

Çünkü;

Altan Çetin-Galip Çağ'ın da işaret ettiği üzere İbn Haldun, “devletin gelişmesini izah eder” (Çetin-Çağ, 2015: 29).

Bu açıklama modelinin “şehir kuran teoloji” olarak Hz. Peygamber (asv)'in “Medine”sinden Horasan'a ve Horasan'dan Anadolu'ya gelen fıkıh topluluklarını izah ettiği söylenemeyecektir.

İşin aslı Anadolu'ya gelen silahsız (tahta kılıçlı) Horasan erenlerinin oluşturduğu fıkıh topluluklarının mezralarda bahçe - bostan açarak, değirmen kurarak yöneldiği hedefin  “devlet” değil, “şehir” olduğu meselesi, henüz Türk düşüncesi içinde tartışılmamıştır bile.

Dolayısıyla Hacı Bayram'ın “taş u toprak aresinde”, “devlet değil şehir kurucu” bir teolojiyi yürüttüğü ve bu teolojiyle kurulan şehre (şar) ise, Anadolu'yu Müslümanlaştıran Horasan erenlerinin coğrafyaya dağılmış (buna “balık ağı gibi serpilmiş” de diyebiliriz) toplumlarının bir nüvesi nazarıyla bakılması gerektiği mutlaka tartışılmalıdır.

Devlet teorisyeni olan İbn Haldun, bedavetten hadarete doğru yürüyen halka güvenmemektedir: “Halk ise, dünya ve dünyayı ele geçirme sebebi ve vasıtası olan makama ve servete göz dikmiştir. Ekseriya faziletlere rağbet etmez ve faziletlere sahip olmak için fazilet sahipleri ile rekabet etmez” (İbn Haldun, 2007: 200). Bu nedenle İbn Haldun'un “bedavet & hadaret” karşıtlığı olarak kurguladığı “tabiatu'l-umran” “devlet” nazarından ele alınmış bir tarih felsefesidir ve son tahlilde bir asabiyetin devlet kurmasına yöneldiği için hareket noktası yönünden ırkçı olmak zorundadır.

Nitekim Altan Çetin-Galip Çağ da “Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu” kitabında “Klasik Ortaçağ'da devletin beş hayat devresi ve üç dönüşüm aşaması” başlıklı bölümde, devletin katlandığı hal ve geçirdiği devreleri izah ederken İbn Haldun'dan şu beyanları aktarır: “Devletin başında bulunan kimse kendi akraba ve toplulukları olan kavminin ve kendisine arka olanların kuvvet ve yardımlarıyla devlet kurabilir. Bu devletin ilk devresidir. Devlet ikinci devresinde onları istibdadı altına alarak, hükümdar ululuğu ancak kendi şahsında topladıktan ve onları (akraba ve topluluklar) devlet işlerinde ortak olmaktan uzaklaştırdıktan sonra devleti kuran bu kişiler, hükümdarın düşmanı olurlar. Hükümdar bunların kuvvetini kırarak devlet idaresinden uzaklaştırmak için kendi neslinden olmayan yardımcılar aramağa mecbur olur” (Altan Çetin-Galip Çağ, Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, Lotus Yayınevi, 2015: 34-35).

Altan Çetin-Galip Çağ'ın bu çalışması tarihi devlet merkezli olarak okuduğumuzda İbn Haldun'un tezinin haklılığını kuvvetlendiren bir örnektir. Fakat acaba bu tezi Osmanlı'nın kuruluşuna değil de Hz. Peygamber (asv)'in “Medine fıkıh toplumunun inşası”na tatbik ettiğimizde yine aynı neticeyi elde edebilecek miyiz?

Altan Çetin-Galip Çağ'ın Selçuk-Osmanlı tarihine tatbik ettikleri Umrancı-İbn Halduncu tez, “Sadece devlet olma merhalelerinden bahsetmez, aynı zamanda hükümdarlık müessesesinin gereklerini de net şekilde ortaya koyar” (Altan Çetin-Galip Çağ, 2015: 31). Nitekim Altan Çetin-Galip Çağ, hükümdarlık müessesesinin gerekleri olarak da şu satırlara yer verirler: “İbn Haldun'un güç devletinin gelişimi ve çöküşünü açıkladığı sistemli incelemesinde devlet binası iki vazgeçilmez, temel üzerinde durur. İlki, ordu olarak anlaşılan, iktidar ve asabiye (itici güç)'dir. İkincisi ise orduyu besleyen ve devlet başkanı için gerekli şartları yaratan paradır (…) Her asabiyet kendisine komşu olan diğer boy ve aşiretlere tahakküm eder. Bundan dolayı her asabiyet sahibi devlet kurarak hükümdar olamaz. Ancak tebaayı kendisine boyun eğdiren, vergiler toplayan, delegeler gönderen ve sınırları koruyan hükümdar olabilir” (Altan Çetin-Galip Çağ, 2015: 43).

Bu noktada Horasan Erenleri'nin Anadolu'daki serüveninin başka bir nazarla ele alınması söz konu edilebilecektir. Örneğin, Somuncu Baba'nın halifesi Hacı Bayram'ın yahut Çamlıdere'de yatan Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin (1320-1457) kentten kıra yöneldiği yani İbn Halduncu-umrancı bir harekete kapılmadığı söylenebilecektir. Bir müderris (profesör) olan Hacı Bayram, medreseyi bırakıp burçak ekip biçmeye başlamıştır.

Tüccar olan Hz. Peygamber (asv)'in de Medine'yi kurarken 4500 Yahudi, 4000 Müşrik, hicret edenlerle birlikte 1500 Müslüman nüfusun yaşadığı Yesrib'e ordu ile gitmediği, asabiye ve iktidar'a dayanmadığı hatırlanırsa İbn Halduncu tezin sağlamasını nasıl yapacağız?

Üstelik Medine (şehir) olarak Mekke'den koparak gelenlerin kurduğu bir toplumsallık olduğuna göre bu örnekte bedavetten hadarete doğru bir içtimaî değişim yaşanmadığı da mutlaka değerlendirilmelidir. Tam aksine o dönemde Mekke, hadareti simgeliyordu ve Yesrib'te inşa edilen Medine'nin de bedavet olmadığı açıktır.

Sadece “Medine” için değil, Hz. Musa'nın kavmi için de İbn Halduncu teorinin tutarlı olmadığı bellidir.

Bir diğer misal de Zülkarneyn için mutlaka işaret edilmelidir. Zülkarneyn kıssasında Yecüc-Mecüc adlı iki asabiyetçi kavim karşısında ezilen bir toplum kendilerini dağların ardına kapatacak bir tekniğin (teknik hadarete ait bir düzeydir) sayesinde “devlet” olmanın peşini bırakarak umrandan ayrılıp “şehir=Medine” olurlar. Kentten koparlar.

Hz. Peygamber (asv) umrancı bir tarih teorisi getirmemişti. Bu kapsamda “Şehir”, Müslümanların toplumsal fıkıh hareketidir.

Biz de umrandan medeniyete doğru yürüyen bu tarih fikriyle zamana çıkmalıyız.

Lütfi Bergen

lutfibergen@gmail.com

lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter