18 Ekim 2017

Üniversiteyi düşünmek 7

Üniversiteler, bir yönleriyle evlad-ı vatanın millet hizmetine atılmadan önce aldıkları temel eğitim bağlamında ihtisaslaşarak nihai formalarına adım attıkları bilgi mekânlarıdır. Merak, sorular, tefekkür, tecessüs bilcümle akli işin esas zemini burada teşekkül eder, diploma sahibi olmayanın ihtisasına itibar edilmediğinden temeller burada atılarak bireyler hayatta faaliyete başlarlar. Üniversite bir ezber mekânı mıdır yoksa hayata değer katacak bireyin alet ilmini öğrenip bununla hayatı zenginleştireceği yer midir? Milletin hafızası olması gereken üniversiteler çalışan zihinleri mi yoksa zihnine bilgi tıkıştıranları mı hedefliyor? Bu bakımdan otantik ilkeler ortaya koyan ve aklımıza yön çizen düşünürlerimiz ve üniversite ilişkisi izlenmelidir. Modern zamanlarda düşünüyorum öyleyse varım, düşünmek şüphe etmektir diyen Descartes örneğine bakarsak sözümüz somutlaşabilir; doğru olduğunu kesin olarak bilmediği şeyleri doğru kabul etmemek yani şüphe ve merak ile başlar, ikinci olarak konuları incelerken mümkün mertebe çok parçaya bölmek yani konuyu tasnif ederek anlamaya çalışmak, üçüncüsü incelemeyi en basitten başlayarak tedricen zora doğru götürmek, son olarak incelemede denetimi olabildiğince genel çerçevede tutarak gözden kaça bir şeyin kalmamasını sağlamaktır. Bu bir çerçevedir, yaklaşımdır, modernitenin ana kabulleri içinde oluşmuş ya da moderniteye bir içerik kazandırmıştır. Akıl kendine yol bulmak için ilkeler üzerinden varlığa bakar. Bu benzeri pek çok yaklaşım kadim zeminde teşekkül etti.

Üniversitenin bilmek ve düşünmek temelindeki esaslarını tespitten sonra bu çerçevede zeminin pratiğe dönüşmesi nazari bakış ve kasıt kadar önemlidir. Bu noktada öncelikle beklenti açısından misyonun tespiti önemlidir. Beklenen kurucu bir teori/bakış mıdır yoksa üzerinden anlaşılmış bir nazariye/sistem üzerinden bilgi üretimi midir, ya da var olanı şartlar dâhilinde düzenleyerek yenilenme mi beklenmektedir. Üniversitenin ve akademisyenliğin öznel tefekkür dünyasına bu açıdan elbette sınır çizilemez, fikir olabildiğince kendi evreninde genişler. Lakin devlet kurumu ve eğitim merkezi olarak üniversitenin bu bakımdan kendisine çizilen misyona uygun vizyonla çalışması gerekliliği de gözden kaçırılamaz. Örneğin Ermeni meselesi söz konusu olduğunda beklenen bu konuya devletin tezleri açısından katkı yapmak mıdır yoksa mevzuyu yeni bir bakışla ortaya koyacak ve farklı istikamette ele alacak anlayış getirilmesi midir? Bu belirsizlikler aslında kurumsal düzeyde boşluğa neden olmaktadır.

Merakımızın muhakememizi yönlendirdiği yerden düşünmeye devam ederken bilmenin ve düşünmenin esaslarını belirlemiş bir zemin için pratik yani bu zeminde somut sonuçlara varmak esas iş haline gelir. Bunu bir örnekle somutlaştırmak gerekirse, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu söz konusu olduğunda, anlamak ve açıklamak noktasında Mukaddimesindeki teorilerinin bu büyük olaya dair kavramsal içeriğini fark ederek konuya yaklaştığımızda bu meseleye bakışta bir nazari çerçeveye istinada başlamışız, merak saikasıyla maksuda yönelmiş ve düşünmeye başlamışız demektir. Peki, laboratuvarımız neresi: başta kaynaklar olmak üzere bu olayı bize aktaran her türlü malzeme. Bu cümleden, İbn Haldun'un nazarı/teorisi kast ettiğimizi, sorumuzun merakımızla bizi sürüklediği yerde kendi yönetimi ve ilkeleriyle bizi bazı cevaplara götürür. Bu noktada bir varsayımımız vardır: bahsedildiği üzere İbn Haldun'un Mukaddimedeki teorik çerçevesi, Selçuklu-Osmanlı tarihinin arka planını anlamaya ve açıklamaya imkân sağlamaktadır. Bu varsayım sonrası ortaya konulacak çalışmalarla mesele erbabı arasında tartışılarak, eleştirilerek, eklenip çıkarılarak gelişecek, kabul görecek ya da saçma olduğuna karar verilip kabul görmeyerek silinip gidecektir. Bilim de zaten bizatihi budur.

Bu bakımdan, İbn Haldun'un sözlerindeki öz ile Osmanlı-Selçuklu dünyasının ilkeler çerçevesinin özünün uyumu, lafızların mefhum noktasında gösterdiği tetabuk sözün nesnesine uygunluğu açılarından otantik bir zemin olması bakımından bahsedilen araştırma için, mahir tarihçilerimizin ürettiği mebzul bilgiyi bir anlam dünyası içinde rasyonel ve gözlenebilir gerçeklik olarak ortaya koyma noktasında verimli bir içerik taşımaktadır. Onun süje olarak düşünüp anladığından çıkardığı nazari tespitler bir obje olarak kuruluş meselesinde uygunluk gösteren ve bilgiyi söz konusu kılan bir durumu ortaya koyar. İbn Haldun'un akla(rasyonel) karşılık gelen umumi bakışı içinde, adeta duyuları(empirik) gösteren ve tarih kaynaklarında gözlem yapmamızı sağlayan tavırlar nazariyesi gibi yaklaşımlar rasyonel bir zeminde empirik bir imkânla bir İslami devir Türk diyalektiğini görmemizi sağlamaktadır. Osmanlı Devleti'nin bu bakımdan açıklamaya çalışan ve İbn Haldun'un asabiye kavramı etrafından şekillenen nazariyesi bağlamında teşekkül eden bir çalışmada, Selçuklu-Osmanlı çizgisinde İbn Haldun kavramları ile olay ve olguların tetkiki, onun teorisinin umran bilimi çerçevesindeki asabiye kuramı ile Anadolu uçlarındaki bir gazi beyliğinden nasıl bir cihan devletine doğru dönüşüm yaşandığının diyalektik süreçlerini gösterir niteliği tespit edilmesini sağlamaktadır tespitiyle bu büyük olay ele alınmış olur. Burada bu mesele bu çalışmanın ne olduğundan ziyade İbn Haldun Umranında Osmanlı Devleti'nin Kuruluşunu anlamak noktasında bahsedilen nazari meselelere pratik bir karşılık göstermesidir. İbn Haldun süjesi, modern iki tarihçinin tali sujeliği ile kuruluş objesine bakılmakta ve kuruluşun bilgisi ortaya konmaya gayret edilmektedir. Sosyal bir teori ile gerçeği anlama ve açıklama çabasındaki bu eser başta Fuat Köprülü ve Halil İnalcık olmak üzere değerli zevatın fevkalade önemli çalışmalarının sağladığı bilginin bahsedilen çerçevede incelenmesi sonucu kendi sonuçları ile kuruluş muammasına yerli yerinden bir bakışı denemektedir. Ayinesi iştir kişini lafa bakılmaz. Kişinin ne olduğuna eseri delildir.

Bu bakımdan son günlerde gündeme gelen araştırma üniversitelerinin söz konusu olması için zihniyet ve pratik açısından teori ile pratiği birleştirerek tefekkürü söz konusu yapabilen kurumlaşmış araştırmacı zihniyetin teşekkül etmiş olması gerekir. Bir akademisyeni bu noktada özne kılan da unvanından ziyade bu zihniyete dair durumunun ve üretiminin ne olduğu konusudur. Doçentlik sınavlarının kriterleri de bu bağlamda göz geçirilirse bu sürece daha uygun akademik çalışmaların yapılması mümkün olabilir.

Mevcut durumla yetinmeyip, merak ve tenkit ile mevcut birikimin de açtığı yolda, kimi zaman ona karşı olarak nazariyenin kastımıza dair verdiği kavram ve ilkeler eşliğinde tarih kaynaklarının içindeki malumattan makul bir anlama ve açıklama ile meselenin sonuca vardırılması söz konusu olacaktır. İşte üniversite, genelde ve özel olarak sosyal bilimler ve hususan temel bilimlerde bilginin tarihinin ezberlendiği yer olmayı aşıp bilginin düşünceyle üretilip, mevcut bilgilerin üretildiği ve yenilendiği bir yer olmak durumundadır.  Soruyorum, merak ediyorum ve anlıyor ve açıklıyorum merkezli bir üniversite geleceğimize büyük katkılar sağlayacaktır. Bilimsel düşünen, düşünceyi bilgiye dönüştüren, bilgiyi hayat aktaran ve hayata değer katan kurumlar istiklal ve istikbal için önemlidir.