Varlıkta Yerimiz Yahut Bir Medeniyet Tasarımı: Ok-Yay Teorisi
Yusuf atamla Çınar gölgesinde otururken, evlat, medeniyete dair tasarımını okudum; medeniyetten toplum-devlet ve şehir üçlüsü çerçevesinde, kültür zemininde yani hayatın içinde oluşan nihaî şekil/yapı olarak bahsediliyor. İnsan merkezli olarak başladığın düşüncende aile ve millet muhtevalı toplumu insani hayatın en geniş formu olarak tespit ediyorsun. Böylece insanın sosyal nizamını aklî ve olguya tekabül eden bir yerden izaha çalışıyorsun. Bunun sonrasında medeniyet denilen efsunu düşünürken insanın kendi hukuk ve ahlak nizamı olarak, kendi şerrinden emin olmak için kurduğu adalet ve liyakat nizamı olarak siyasi ve ekonomik hayatını tanzim ettiği devleti söz konusu ediyorsun. Medeniyet cümlesinden insanın sosyal ve siyasi hayatının kurulduğu yer/mekân olarak şehir yer alıyor. İşte kültür, insanın o hayatı olan asabiyesi, bu parçalar içerisinde siyasi, sosyal ve kültürel çerçevede umranını var ediyor, diyorsun. Bu söylediklerine tarihten olgu ve kavramları göstererek tasarımının makuliyetini tespite gayret etmektesin. Elbette her tasarım, düşünce eleştirilerek ve yanlışlamaya açık olarak kendisini sınayarak doğru yahut yanlış olur. Nokta koymak değil hayata değer katmak esastır, evlat dedi. Bu söylediklerini Türk kültürünün mazisindeki olgu dünyası üzerinden düşünerek bir olgu zemini aradın mı peki dedi?
Yusuf atam, dedim; kutlu olmak töreli
olmak liyakatı taşımaktır. Türklerin toplum yapısı onların kültürünün/hayatının
çerçevesinde teşekkül eden kişi oğlu ile başlayan yani insandan yola çıkan
tasnif oğuş, urug, boy olarak teşekkül eden bir toplum yapısı içinde millet
hayatı teşekkül ederek buduna ulaşılır. İşte Türklerin aklı bu manada bir olgu
yapısı içinde toplum düzenini var ediyor. Böylece medeniyetin zemini olan yapı
böylece teşekkül ediyor, dedim. Bunun ötesinde tasarımıma devam ettiğim il
yahut el ise Türklerin hayatında devleti temsil ediyor. Bir düzende böylece
medeni hayat Türk kültürü zemininde kendi parçalarını oluşturuyor. Bunun
ötesinde ise yurtlarda, şarlarda, balıklar da şehirler kuran milletin hayatında
onların medeniyet çerçevesi tamamlanır. Maveraünnehir’de ve o cümleden Sir Derya
kıyılarındaki şehirler ve ötesi buna hâlâ şahittir. Bu hayatın dâhilindeki
göçerler, köyler ve kasabalar bu bütünlüğün zeminindeki parçalar olarak var olur.
Bütünlük ya da medeniyete dair kavram ve yapıları böylece kültürümüz
içerisinden olguya dayalı izlememiz mümkün olur diye düşünüyorum, dedim. Hülasa
bahsettiğim tasarımda tarihin eski zamanlarından şimdiye kadar ortaya konulan
parçaları/toplum/millet, devlet ve şehir) gösteren bir yapı içerisinde
medeniyet teşekkül ediyor. Teknoloji ne oluyor orada, dedi? Teknoloji şehrin
içinde toplum-devlet ile oluşan eğitim, sanat, ekonomi hayatının bir parçası
olarak oluşuyor, dedim. Bunun varlığından sarfı nazar edilemez; lakin
bahsettiğim daha temel kavramlar çevresinde medeniyette teknik ve teknoloji
mümkün oluyor bana göre, dedim. Bunun merkeze almak medeniyeti parçalarından
koparıp tarihi bir zeminde kabuklaştırır sanki atam, dedim.
Medeniyeti beynemilel kılan şey
muhtevasındaki parçaların/yapıların insanlık için müşterekliğidir. Değilse
kültür her şeye rengini verir ve onun insanlık tarafından kabule şayan
kavramlar, düşünceler oluşturabilenleri insanlık için genel geçerleşebilir. Din
bunun oluşmasında son derece etkilidir. Modern zaman ideolojileri de makus ve
mahdud çerçevesinde bunu söz konusu kıldı, dedim. Hülasa atam dedim tarihi olan
ve değişmeye/dönüşmeye tabi hususların bir kavramın varoluşunun esasında olması
her zaman o kavramı kaygan bir zemine taşır. Üzerinden mutabık kalınacak
çerçeveler bulmayı zorlaştırır. İdeolojiyi mutlaklaştırıp, kültürün belirli
dönemlerdeki somutlaşmasını asıl ve öz zannedip, işte budur deyip dayatmak
dogmatik otoriterliktir, dedim. Düşünceyi donuklaştırır. İnsanı tarih içinde
çıkmaza sokar.
Bunun ötesinde Türkler kurdukları bu yapıyı
kendi içinde sembollerle de kültürleri içinde temsil ettiler, dedim. Varlık,
bilgi ve ahlak tasavvuru bir medeniyet için sarfı nazar edilemez bir
çerçevedir. Bu bakış yahut felsefe medeniyete batınî yani muhteva manasını
kazandırır. Zira bunlar yoksa toplum, devlet ve şehir kuru birer kavram olarak
kalır. Türklerdeki nedir, dedi. Oğuz Kağan destanından yahut mitolojik
malzememizden bunu tespit mümkündür sanki atam, dedim. Türklerin bu
tasavvurlarında ok ve yay sembolizmi
fevkalade dikkat çeker. Kök Türkler için Tanrı yeridir ve yay gökten gelen kut ile kurulan devleti temsil unsuru olarak
varlık tasavvurunda yer alır. Bu bakımdan gökyüzü yay ile temsil edilir. Tanrı yeri ve devlet bu noktadan yay ile anlaşılır ki kendi medeniyet
parçalarından birisi varlık tasavvuru içinde kendi otantik bilgi dünyasını
kurar. Ok ise bu manada yaya tabi
olarak yahut onunla birlikte bir bütün oluşturan millet ve toplumu anlatır.
Yapı içerisinde, devlet ve toplum ok ve yay işlevi ve manası içinde birlikte
düşünülür. Tasarımımdaki temellerin oluşmasında bu sembolizm ve olgu önemli yer
tutuyor, dedim. İşte yay devlet, ok millet olarak varlık anlayışı içine
insanı ve onun hayatını koyarken kiriş
yani bu ikisini birleştiren zemin olarak coğrafya, mekân, vatan yer alır.
Coğrafya şehrin esasını oluşturur. İnsan ve devleti hayat içinde şekillendiren
ve onların işe yarar kalmasını sağlayan mekândır. Kiriş yoksa nasıl ok ve yay
manasını kaybederse mekân/coğrafya yoksa medeniyet varlığı hükümsüz kalır.
Kiriş bir de devletli suçunu infaz aracı olarak adalete de remizdir. Hukuk ve
ahlak yoksa bu üçünün varlığı kirişsiz ok ve yay gibi manasız kalır. Buradaki
varlığa dair bakış bilgimize de kendi içeriğini böylece kazandırır, diye
düşündüm dedi. Tebessüm etti. İşte atam, dedim bunlar üzerinden tasarımım kendi
kültürümüz içerisinde olgu zeminin ve kavram dünyasını bulur. Bunlar üzerinden
anlaşılıp açıklanabilir geliyor bana dedim. Bu bakımdan atam dedim izniniz
olursa bu medeniyet tasarımıma OK-YAY TEORİSİ/NAZARİYESİ adını vermek
istiyorum. Modern zamanda kökü mazide olmak söylemini temellendiremeyip
güzelleme mevkiinde kalmak en önemli meselelerimizden, kendi ontolojik
kaynaklarımızdan beslenip mahsus bir epistemoloji oluşturamamak da buna dair, bu
bakımdan bu medeniyet tasarımıma bu adı vermek istiyorum, dedim. Lakin bu bir
nokta değil modern zamanda kendimizi düşünme, bilincimize yol açma, kültürümüzü
canlandırma noktasında otantik kavram ve nazariye ile varlığa, bilgiye ve
ahlaka bakmak yani medeniyeti felsefi temellerinde düşünmek gereğince bir
hareket olarak görülmelidir.
Yusuf atam çayını bitirince elini
öptürüp, kalktı. Bahar çiçekleri kokan
gecede yokuş yukarı gittiğim yolda Yahya Kemal’in Tâ Budin’den Irâk’a, Mısır’a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan, Vatan üstünde hür esen rüzgâr, Ses götürmüş bütün
baharlardan. O dehâ öyle toplamış ki bizi, Yedi yüz yıl süren hikâyemizi,
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan, mısralarının
dilime dolandığını fark ettim. Ve göklerden yere inen bir musiki sadası ile
tasarımımı düşündüm; türküler ve şarkılar toplum, devlet ve şehir içindeki biz
değil miydik? Yürürken Mûsıkisînde bir
taraftan din, Bir taraftan bütün hayat akmış; Her taraftan, Boğaz, o şehrâyin,
Mâvi Tunca’yla gür Fırat akmış. Nice seslerle, gök ve yerlerimiz, Hüznümüz,
şevkimiz, zaferlerimiz Bize benzer o kâinat akmış… Bu yaz kemençeyi bir
dinledinse Kanlıca’da, Baharda bir gece tanbûru dinle Çamlıca’ da. Bu sazların
duyulur her telinde sâde vatan, Sihirli rüzgâr eser daima bu topraktan, mısralarıyla
Yahya Kemal koluma giriverdi. Evet,
musikimiz medeniyetimizdi. Onun sesleri de işte bu yüzden medeniyetimize dair
idi.
Ok ve yay insanlığın
müşterek birer maddi kültür unsuru iken işte böylece Türk kültürü ve hayatı
üzerinden kendi çerçevesindeki anlayışlarla bir medeniyet tasavvuru ve
tasarımına dönüşerek zihnimde ok-yay teorisine dönüşüvermişti. İşte kültürden
medeniyete giden yolda insanlık benzer olgu düzeninde birçok gelişmeyi yaşamadı
mı? Ve yaşamaya devam etmiyor mu? İşte burada milli ile beynelmilel olan
birleşir ve ayrılır, diye düşünemez miyiz? Oğuz Kağan’ın altın yayı ve gümüş
okları bize bir nazariyeyi böylece yeniden anlatıyor olamaz mı?
Vesselam.