Yanlış tahtından iner elbet

Kaçmakta direndiğimiz yüzleşmeler, kendini sıklıkla hatırlatıyor yaşadığımız zamanda. Gidişatı çekiştirmekte üzerimize yok. Ama bu hengâmede çözüme yönelik birkaç cümle kalıyor mu hafızada, işte orası meçhul.

Zaman aşındırıcı bir akış ve doğru tedbiri almazsanız en kuvvetli bozguncu.

Ya da insan zaman içinde aynı istikrarla yaklaşamadığı her mesele için bu aşındırıcılığa sığınıyor. Refleksini diri tutmak, yenileri eskilerle birlikte uyumla harmanlamak ve hayati dengeyi keşfedip aynı kıvamda yaşamak çoğunluğun harcı değil.

“Tutunma” konusundaki iradi sorumluluğunu umursamayanlar zamanı suçluyor. Zamanın ya da yeryüzünün bir suçu olmadığını bile bile kendi kapılmışlığını inkâr ediyor.

Yanlış yerlerde kullanıldığı unutulan kelimeler galat-ı meşhur olarak anılır dilimizde. Yani toplumun uygun bulduğu yahut kabullendiği hâli ile kullanılmaya devam eden kelimeler, yanlış yerlerde dursa da algılardaki yeri değişmeyeceği için doğru kabul edilir. Bu da zamanın aşındırıcılığının en somut örneklerinden biridir. Yanlış, doğrusunu ve asıl olanı kesin bir şekilde inkâr ederek başköşeye kurulmuştur.

Her nedense doğrular devamlı yozlaşmayla mücadele ederken yanlışı yerinden kımıldatmak çok zordur. Bunu yalnızca kelimelerden değil, hayatınızdaki küçük büyük vakalardan sıklıkla gözlemleme imkânı bulabilirsiniz.

Gidişatı çekiştirirken de biraz böyleyiz. Ferdî ya da toplum olarak yaşanan problem, yanlış veya hata ne kadar sıklıkla işaret ediliyorsa sebep olan sapmalar o kadar fark edilmez olmaya başlıyor. Hatta kronikleşiyor inadına.

İnsanlaştırıcı kadim mirası umursayanların toplum adına endişeleri birkaç asırdır üç aşağı beş yukarı değişmez. Yalnızca bu endişelere taraf olanlar artıp azalabilir.

Mesela, nesillerin günden güne memleket karakteristiği taşıyan manevî değerlerinden soyutlanıp uzaklaştırılarak Batı'nın verdiği komutlara uygun adım itaat eder hâlde oluşundan dertliyizdir en çok. Toplum içindeki arızalarımızı tespit etmekte dahi onların analizlerine muhtaç konumda olduğumuzu görüp hayıflanırız. Ama tıpkı galat-ı meşhur gibi sanki etin kemikle hayati işbirliğiymişçesine ve inadına bu süreç devam eder. Belki de bunca söylendiğinden, neden bunca dertlenmemiz gerektiğinin ayırdı kaybolmuştur. İlgili cümleler profesyonelleşmiş ve şablona dönüşmüştür. Kelimeler manayı ve zamanı karşılamaya yetmemeye başlamıştır.

Naklediciler, asılların temsilinden ibaret. Nakledicilerden alıntılayanlar arttıkça da asıllar gölgededir artık. Kulaktan dolma kolaycılığının ve suyunun suyuna itibarın artışı, gidişat çekiştirmelerini de beyhudeliğe mahkûm ediyor.

Toplumdaki her tür şiddet meselesi, nesiller arası kopuşlar, bireyin toplumdan bağımsız kalma kroniği, aile içi huzursuzluk, artan boşanmalar ve yalnızlaşan çocukluklar, çekirdek aile saplantısı, kimlik bunalımı, ekonomik-sosyal ve siyasi mensubiyetlerden doğan parçalanma, inanç fikrini geriye süren moda hayat tarzları, aidiyet sorunu gibi hepimizin doğrudan ilişkili olduğu dertlerin tespitinde ve çare arayışındaki dağınık tutum, tekrarların bıkkınlığının beslediği birer çözümsüzlük aynı zamanda.

Çünkü öyle bir an geliyor ki, tekrarlarla süregiden tartışmalar anlamını tamamen yitiriyor.

Zaman taşları aşındırmaya muktedir. Çünkü içine hapsettiği doğal akışı sahipleniyor. Bu yüzden taştan bile olsa her yapı ayakta kalabilmek için yenilenmek zorunda.

Yaklaşımlarımızı yenilemek zorundayız biz de.

Nesillerin muhatapları değiştikçe problemleri de değişiyor. Batıcı propagandistleri bile demode sayan, marjinalliği devre dışı bırakan küresel deformasyonun yaşandığı bir çağdayız. Korumak istediğimiz ne varsa, olumlu olumsuz bütün muhataplarını tanımak, bilmek, anlamak zorundayız. Bilinmeyenler kayıp hanesine yazılır ve bu yüzden mücadelede karşınızda bir muhatap bulmamız mümkün olmaz. Bu kör döğüşü yeri gelir kendi kendimizi düşman hanesine yazar.

Öyleyse zamanın ne suçu var?

Madem yaşamaktan kolay kolay bıkmıyor insan, problemlerini bıktırıcı çözümsüzlüğe terk etmemeli.

Yanlış tahtından iner elbet. Önce yanlış olanı tanımlayıp nerede durmakta onu bilelim, şimdilik yeter…