Yasaklar Olmasaydı Kitabı da Severdik Aslında

Kadimden bu yana ciddi yazılı birikimimiz olduğu kesin. Ama zamanın getirdiği; kimi yangınlar, kimi göçler, işgaller, istilalar, hicretler, savaşlar gibi kitap bulundurmaya elverişli olmayan ciddi şartlar, belki her evde bir kütüphane olmasına imkân tanımadı. Kitaba ve bilhassa Kur'an-ı Kerim'e incelikli bir hürmetle yaklaşan ve sırf övmek adına mikro ölçekte bir sanatla taçlandıran bir ecdada olan mensubiyetimizi düşününce başka türlüsüne ihtimal veremiyorum.

Harf inkılabı öncesinde kısmen de olsa durum böyle değildi. Yani bu kadar “kitaplıksız” değildik. Zira Batı Karadeniz'in sakinlerinden olan rahmetli büyükbabamdan, onun deyişiyle “eski harfli” kitapları gömdüklerini ve baskınlardan ötürü çıkaramadıklarından telef olduklarını işitmiştim. Büyükbabamın evinde birkaç Kur'an-ı Kerim'den başka Latinize herhangi bir kitap da bulunmuyordu. Kur'an da “yasakların yasaklanmasıyla” bu evlere girebilen yegâne kitaptı. Bu yokluğun, vaktiyle gördükleri aşırı baskılar ve yaşadıkları zoraki zulmetten doğan bir yadırgayış olduğundan başkasına ihtimal veremiyorum.

Büyükbabamın çok yakınlarında yaşayan dedem ise bir imamın dizinin dibine çöküyor, onun söylediği her ayeti tekrarlayarak namaz surelerini ve dualarını öğreniyordu yasakçı vakitlerde. Kasabada bir tane bile dinî kitap kalmadığından helaller ve haramlar büyük ölçüde imamın insafına bırakılıyordu. Bir iki nesil öncesinden -mutlak surette yazılı olmamak kaydıyla- döne dolaşa gelen köklü bir şifahi birikim vardı elbet. Şifahi kültürün de sekteye uğramasının, aklıselim bir mihmandar bulunmadığı ve özellikle söz yasağıyla beraber dara düştüğünde yolu bulmak zorluğu yüzünden olduğundan başkasına ihtimal veremiyorum.

Zaten Anadolu köylerinin birçoğunda yaşlıların en sevdikleri okunacak şey, takvim yapraklarıydı artık. “Denetim”den geçmiş ve dinî muhtevası “hafifletilmiş” takvimler problem sayılmıyordu.

Köy hayatında tarım ve hayvancılık işlerinin külfeti, okumayı da kısıtlıyordu hiç şüphesiz. Ama bu insanların gömecek kadar bir kitap birikimleri olduğundan söz edilebiliyorsa kış geceleri okunacak epey bir kitapları mevcut olmalı.

Bir Kur'an-ı Kerim, bir fıkıh kitabı, belki bir siyer eseri, bir efsane gibi anlatılan Battalname, Hz. Ali'nin Cenkleri; kitaplığı olan evlerde büyümüş birçoklarının bir çırpıda sayabildiklerinden…

Geriye bakınca bütün bunlar bir medeniyete tutunmak için yetersiz görünebilir. Zaten görünenin ötesi de var. Şifahi kültür, her birimizin geçmişinin yaslandığı, ortaya konabilecek belki de en pratik literatürü sunuyordu ve buna devam ediyor.

Biz sohbetle yani biteviye sözlü kültürle harmanlanmış bir toplumun sonrasıyız. Muhtevası türlü mazeretler ve dönüşümler yüzünden değişse ve hafifleşse de belki, içinde kendimizi bulduğumuzda yadırgamadığımız ve bir parçası olmayı sevdiğimiz bir bilgi edinme biçimi.

SOHBET SEVGİSİ DE GENLERİMİZDE VAR

Kültür mahfillerine uğrarsanız, havada bir çırpıda yakalanacak, doluluktan ağırlaşmış ve birden çok şerhe ihtiyaç duyan kallavi cümleler yakalayabilirsiniz. Böyle cümleler sıra yarışına girdiği zaman da birisi hemen hatırlatıverir: Bütün bunlar kayda alınmalı. Yoksa alınmadı mı?

Artık illaki alınıyor alınmasına ama siz oradayken duyulmuş müthiş bir cümlenin tadı, ne video yansıması ne kayda geçilmiş yazılı dokümandaki gibi oluyor. O türlü insan bileşimiyle ortaya çıkan atmosfer, hiç tanışılmamış bir ortaklık neticesinde ve ne dediğini çok iyi bilen sohbetçi sayesinde beklentinin de üstüne çıkan bir verimliliği ortaya koyuyor. Bunun dinleyenlerde meydana getirdiği anlık tefekkür dalgaları, başka bir âlemdeymişçesine savuruyor herkesi bu dünyadan. Konuşanın uzmanlığı her ne olursa olsun, gayri ihtiyari ortaya çıkan söz sanatı ile sözlü edebiyata da bir katkı imkânı doğuyor. Ve onu orada olup duymaktan başka çare kalmıyor.

Eskilerde en çok bu vardı. Evin en yaşlısı en bilgesi sayılırdı. Bu yaşlı ninelerle dedeler, eğer yaradılış gereği içine kapanık da değilse evin her yaştan sakinine uygun sözler, kıssalar ve hatıralar biriktirmiş olurdu. Nesil farkından ötürü “eski” kelimelerle anlattıkları bu sözlü metinler, “O ne demek?” diye biteviye çocuk sesleriyle bölünürdü. Biz televizyon çocuğuyduk ama büyük anne ve babalarımızın hikâyeden ya da rivayetten bir şey anlatmaya başlayacaklarını hissettiğimiz anda müthiş dinleme isteği duyardık. Çünkü başka, bambaşka ve çok eski bir dünyadan gelmiş, yanımıza kurulmuş gibiydiler. Onların sesinde, sözünde, telaffuzunda, imasında neye bürünürse bürünsün, her sohbet parçasının tahayyülümüze özel bir hücumu başlardı. Atlara binmiş gelinler, çavuşlar, patika yollar, kağnılar, koca kadınlar ve adamlar, zalimler, mazlumlar, kötüler, iyiler… hemen hepsi kılık kıyafetleriyle -o zamanki aklımız yettiğince- artarda sıralanırdı.

Şifahi kültür elbette sağlama yapılmasına muhtaçtır. Anlatılan bir kıssanın bile art niyetli bir dedikodu olup olmadığını anlamak için yazılı kaynaklara başvurulur, akrabası bir mesele üzerinden yol haritası kurulur. Bu yüzden bilirkişi anlatımları da kayda alınmalı, kaynakça olarak değerlendirilmeli.

Kitaplıkla/kütüphaneyle yeniden barışıklığımızın çok yeni olduğunu varsayarsak bir ayağımız sohbete adanmıştır hâlen. Zira her türlü teknolojik alışverişe rağmen kanlı canlı insanlardan bir şeyler dinleme isteğimiz, tıpkı kitabı övmek kadar genlerimizde olan, aksamaya uğramış bir alışkanlık…

Daha da ötesi “yasakçı” zamanlarda sığınılacak en güvenli limandı sohbetler…