07 Mart 2017

Yazmanın yorgunluğu…

İlk yazma denemelerim henüz ilkokuldayken günlüğüme düştüğüm notlardı.

Yazdıklarım yaşıtlarımın ‘yumurta, unutma' sıradanlığına hapsolmasın diye onları kendi küçük dünyamın kelamlarıyla sınırlamamaya çalışırdım.

Bulduğum yol eve alınan gazetelerden derlediğim haberleri yazdığım her gün günlüğümün sayfalarına serpiştirmekti.

Hükümet güvenoyu aldı…

Ecevit; beklemeye sabrımız kalmadı…

Kimliği bilinmeyen kişilerce taranan kahvede 2 kişi öldürüldü…

Bir işçi bir öğrenci öldürüldü…

Demirel; Sıkıyönetim 4 ilde bir ay daha uzatıldı…

Kayseri de vurulan lise öğrencisi öldü…

Bütün o haberlerin üzerine aklım erdiğince küçük yaşlarımın yorumlarını da düşerdim.

Şimdi çocuk zamanlarımdan çok farklı. Herkes yazıyor, herkes yazar.

Andy Warhol'un ‘Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak' sözünü ‘herkes bir gün yazar olacak' diye değiştirmek dahi mümkün.  

Ulusal, yerel ve bölgesel gazeteler, dergiler, haber portalları, internet siteleri, yerel gazete sayfaları, kişisel bloglar, sosyal medya araçları yazardan geçilmiyor.

Sakıncası yok. Lakin bu kadar bolluğun içinde herkes yazıyor mu yoksa kendi bildiğini mi okuyor diye düşünmeden edemiyor insan.

Yalnızca gazetelerle de sınırlı değil oyalayıcı halimiz. Gazeteyle yetinmeyip, bir de televizyonlarda arzı endam edenlerimiz var.

Televizyonun ucuz ve kolay ulaşılabilirliğinin avantaj kadar handikap olduğunu bilmiyorlar. Oysa yüzün ve sözün eskime tehlikesiyle saatler süren keşmekeşi konuşmalar bir süre sonra izleyenlerde bıkkınlık yaratıyor.

Gayri tartışma programlarındaki uçsuz bucaksız mülahaza düellolarının bilgilendirmekten çok kafaları karıştırdığına inanan o kadar çok ki.

Planlı olmasa da hangi siyasi taraftan olursa olsun aşırı adanmış bir heyecanla feryat etmek tekçiliğin algı operasyonlarına benzetiliyor çünkü.

Televizyon öteden beri siyasi, ekonomik ve kültürel zorbalığın algı operasyonlarında kullandığı en etkili araç zaten. ‘Aptal kutusu' denilen fecaat üstüne tekçi bir bakış kuşandığında zihin biçimlendirme faşizmi devam ediyor.

Oysa yoğun tekçi görüntüler medyayı dürüst, ilkeli ve adaletli bir kulvara çekme çabasını yok ederken ‘O yapıyorsa benim yapmamda da sakınca yok' kör dövüşünü de makulleştiriyor.

Bu anlayışın zamanı kurtarıyor olsa da toplumun bütününde oluşacak dejenerasyona müspet bir katkı sunmadığı kesin.

Televizyonla birlikte medyanın eksiklikleri daha görünür olduğundan beri de daha fazla insan onca ateşli yazının ya da konuşmanın ardında ya menfaat ya da rutine bağlanmış keyfiyetin olduğunu düşünüyor.

Umberto Eco'nun ‘İnsan gereğinden çok konuşarak da gereğinden çok susarak da günah işleyebilir' sözünü hatırlamalı medya.

Menfaatin ve keyfiyetin goygoycu kör dili olmaması gereken yerde sustuğu kadar çok yazıp, çok konuştuğunda da günahlarımızı artırıyor.

Herkesin uzman, alim ve azametli, herkesin demokrat, ahlaklı, namuslu, onurlu, herkesin dini bütün, harama el uzatmayan, kul hakkı yemeyen görüntüsü vermesi de bir başka sorunu medyanın.

Herkesin cetvel misali doğru(!) olduğu bir durumda doğal olarak gediklilere göre fazlasıyla amatör kalan biz gibiler için hakiki kelam etmeye çalışsak ta yazmak anlamsızlaşıyor.

İlkesizliklerin, menfaatçi yaklaşımların, danışıklı dövüşlerin bıkkınlığı çoğu zaman beni de ‘Neden yazıyorum?' sorularının bombardımanına tutuyor.

Sahte karakterlerin oynandığı bir çadır tiyatrosuna çevrilen medyanın içinde her şeyi terk edip bir ormanın sessizliğinde nefes almayı özlüyorum.