14 Ocak 2016

Yerden fışkıran EYP’ler ve kaybolan parmak izi

İstanbul Sultanahmet'i kana bulayan bombalı eylemin, konvansiyonel terör kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini dünkü yazımda ifade ettim.

Bu değerlendirmenin, patlamaya, “ambulans gelmeden yayın yasağı geldi” gibi kime ve neye hizmet ettiği belirsiz ifadelerle yaklaşım sergileyen muhalefet için bir anlam ifade etmediğinin farkındayım. Hatta bir adım ötesine gideyim, bizdeki muhalefet, konvansiyonel terörün yerel bileşeninden farksız. Çünkü gerçekleşen her eylem sonrasındaki çıkışlarıyla, tam da eylemlerin amacına hizmet ederek, “yönetme iradesini kaybetmiş bir devlet ve teröre teslim olmuş bir siyaset fotoğrafı” sergilemeye çabalıyorlar. Kısmen de olsa başarıyorlar bunu.

Yayın yasağının, gelişmiş demokratik hukuk devletlerinin hemen hepsinde, eyleme dair soruşturmanın selameti ve faillerin tespitine yönelik çalışmaların akamete uğramaması için başvurulan ilk yöntem olmasına rağmen, bizde hem de Ana Muhalefet tarafından eleştirilmesini de bu çerçevede değerlendirmek mümkün.

Geçmişteki birçok eylem sonrasında yapılan yayınlarla faillerin ve bağlantılarının çözülmesinin mümkün olmadığını, faillerin kaçmayı başardığını hatırlayacak olursak, onca tecrübeye rağmen hala birilerinin getirilen yayın yasağını eleştirmesini başka nasıl değerlendirebiliriz ki. Hele bir de yapılan akademik çalışmalar neticesinde, terör eyleminin başarıya ulaşmasının medyada yer alış ölçü ve şekliyle doğrudan ilişkili olduğu aşikarken...

Gerek terörün bileşenleri arasında yer alan siyasi partilerin gerekse diğer muhalefet partilerinin, patlama sonrasında kullandığı dilden getirdikleri eleştirilere kadar birçok noktanın, Sultanahmet'te meydana gelen patlamayla ulaşılmak istenen sonuca hizmet ettiğini tartışmak bile yersiz.

Muhalefet ve bazı muhalif kesimler bunu ilk kez de yapmıyor. Ancak bu patlama sonrasında bazı şeyleri bilhassa da istihbarat zaafını daha açık ve sonuç odaklı tartışmanın zamanı geldiği kanaatindeyim.

Türkiye, bilhassa Temmuz ayından bu yana tırmanan terör dalgasıyla mücadele ediyor. Oysa geride kalan 2 yılı aşkın zaman zarfında, içerdeki terörün kaynağını kurutmaya yönelik önemli adımlar atıldı.

Bu sütunlarda çokça aktardığım ve eleştirdiğim Çözüm Süreci bu adımların en önemlisiydi. Öyle ki; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi hayatına mal olsa bile bu süreci destekleyeceğini deklare ettiği bir kararlılıkla başlamıştı. Lakin zamanla sürecin aktörleri ve bileşenleri, konuyu etnisiteye dayalı bir sorun sarmalına hapsedince, Erdoğan bu desteği çektiğini ve sürecin sona erdiğini açıkladı.

Gel gelelim ki; sürecin tek sıkıntısı, konuyu etnik temelli bir sorun parantezine hapsetmek değilmiş.

Güvenlik ve istihbarat bürokrasisi de, süreci, teröre teslimiyet olarak algılayıp, terörist faaliyetlere karşı tüm reflekslerini kapatmış.

Bölgede, belli merkezlerde asfalt ve taş döşemelerin altına kurulan El Yapımı Patlayıcı düzenekleri, örgütün silahlanma ve militan kapasitesini önemli ölçüde arttırma çalışmaları, güvenlik ve istihbarat bürokrasisi tarafından adeta “görmezden gelinmiş”.

Aylardır, Cizre, Silopi, Sur ve Dargeçit'te yoğunlaşan çatışmalar ve yaşanan terör eylemleri bunu inkar edilemeyecek kadar net koyuyor ortaya.

Siz 40 yıla yaklaşan terörün merkezine dönüşmüş kentlerde, örgütün yerin altına döşediği patlayıcı düzeneğinden şehirlerdeki hücrelere yığdığı yüz bini aşkın silaha ve militan kapasitesini sistematik olarak arttırışını tespit edemeyen bir istihbarat ve güvenlik bürokrasisi olabilir mi? “E efendim süreç zarar görmesin istedik” gibi savunmalar kabul edilebilir mi?

Elbette ülkenin üzerindeki toz bulutlar dağılınca, bu zaafın sorumluları hesabını verecektir.

Ve son olarak da Sultanahmet patlaması...

İçişleri Bakanı Efkan Ala, Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maizière ile İstanbul Valiliği'nde saldırıya ilişkin düzenledikleri ortak basın toplantısında, önemli bir noktaya işaret etti. Bakan Ala, canlı bombanın geçen hafta Göç İdaresi'ne bazı işlemler için parmak izi verdiğini ancak bu parmak izinin kaybolduğunu açıkladı.

Bu de es geçilmeyecek bir zaaf. Bu izin kaybolmasının altında yatan sebep nedir şimdilik bilmiyoruz; lakin iç ve dış kaynaklı terör karşısında göz ardı edemeyeceğimiz bir istihbarat zaafımızın olduğu kesin.

Güvenlik ve istihbarat bürokrasisinin “kontrollü” ya da kontrolsüz zaafının bedelini siyasetçiler ödemek zorunda değil. Siyasi otorite, her türlü eleştiriye kulaklarını tıkayıp, bu zaafların odaklandığı herkes ama herkesle ilgili gerekli adımları bir an önce atmalı. Belli ki; bu yönde önemli kelleler koparılmadıkça terörün bizi esir almasına yönelik küresel planın işleyişinin önüne geçemeyeceğiz.

Daha kötüsü, Türkiye'yi, Mısır, Suriye, Libya iç çatışma sarmalına hapsetmeyi amaçlayan konvansiyonel terörü önleyemeyeceğiz...

zihnicakir@gmail.com

@zihnicakir