Yıkılan köprüler ve daralan sular

Osmanlıda sonu getiren yönetim karşıtı tutum, yarım kalan işini yeni Türk devletine devrederken, yönetime el süremeyen halk köşkte ve mecliste ne olup bittiğini kavrayamayacağı kadar hızlı döngünün içinde kaybolup gitti. Fark edip tedbir almak isteyenler ya susturuldu ya da sürüldüler. Sonra tarih onları topluma hiçbir faydaları dokunmamış birer mirasyedi ya da vatan haini olarak yazdı. Oysaki bizim yürüyeceğimiz, asılıp tutunabileceğimiz köprü şahsiyetlere bugün ya pamuk ipliği ile bağlıyız ya da bir girdaptan öbürüne sürüklenirken onu da kopartmışız. 

Batı ve Batıcılık eleştirisinin mihengini, Batılıların yozlaşmışlığı ve toplumsal çürümüşlüğü oluşturuyor. Özellikle 2010’lardan sonra biz de hızlı çekim bir yozlaşma ve çürüme baş gösterdi. Sonra kendi coğrafyamıza baktık. Anladık ki Ortadoğu ve Asya’da bizden pek farklı değildi. Teknoloji hepimizi aynı potada eritiyordu. Ve anladık ki yozlaşma sadece Batı’yı değil, Doğu’yu da sarsıyordu.

Doğulu ve Batılı olma konusundaki sorularına cevap bulamayan, nereden gelip nereye gideceği belli olmadan, haritasız yollara düşmüş toplum olarak farkımız yozlaşacak değerleri idrak edemeden sürecin içine dalmak oldu. Bu da kimlik bunalımını beraberinde getirdi. 

Müslüman düşünüş ilmî, hukuki ve siyasi ortamlarda karşıt kesimlerce salt siyaset malzemesi olarak kabul gördüğünden bu yana olaylara Müslümanca yaklaşmanın, vakaları Müslümanca değerlendirmenin, Müslümanca söz, söylem ve ifada bulunmanın itibarsızlaştırıldığı anlaşıldı. Orta yolda, evrensel düzlemde söz söylemek ve eylemde bulunmak zorunlu hâle geldi. Müslümanca yorumlar, savunmalar, eylemler “geleneksel” gibi dayanakları ve kökeni alakasız, tuhaf bir kavramlaştırmaya mahkûm edildi. 

Geçmişi sorgulamak, yad etmek, dile getirmek, savunmak, sahip çıkmak konusundaki yasakların cinnet geçirticiliğine suç ortağı nesil çareyi vur patlasın çal oynasın düsturuna hizmet eden kuşağı piyasaya sürmekte buldu.

Bu sürüm, kasası ve hareket kabiliyeti hasarlı bir model olarak kayda geçti.

Düşünce üretiminde tek taraf olma lüksünü elinde tutan tamahkâr aydın sürüsü cephesinden bakıldığında bu modeli besleyen kültürel faaliyetleri hoş gören bir tavır benimsenirken, ağızlar farlı konuşuyordu. “Türk aklı Batı’yı anlamaya yetmiyor. Çocuklarımız, gençlerimiz eğitimsiz, emsalleriyle karşılaştırılamayacak kadar bilgisiz” derken kendi üretimlerini teftişte kısır döngü kurbanı oldular. 

Aynı tekel ülkenin analizi noktasında kendini dahil etmeden, sterilize ve bencilce korunma stratejisi uygularken yine kendini sınıfta bıraktı. İlmi imanından alan azınlık sayılabilecek kesime kulaklarını tıkadı, yetersiz saydı.

İşin pratiğine bakılırsa tüm Türkiye magazinel eğlence düşkünü, her akşam televizyonla haplananarak kafayı bulan bir toplummuş gibi gösterilse de üçünden beşinden biri eli yüzü düzgün yaşama yürekliliğini gösterebildi.

Yönetimin uzunca bir süreden sonra dindarlaşması “İslami hayatı” gündeme getirdi. Müslüman ne yer, ne içer, ne giyerdi? Müslüman hayatı gündemi işgal etti, deşifre edildi, alenileşti, sınırı aşan muhataplar edindi. 

Müslümanlar yakın zamana kadar sağlam duruşlu, eğrilip bükülmeyen birer fert olarak sunulamadı. 

Müslümanların hayat hakkını sorgulayanlar, kaleme bile taptırsa bütün dinleri hoş görürken Müslümanlığı hor görme eğilimindeydi.

Bugünlerde ise televizyon dizi sektörünün bağımlılık düzeyindeki etkisinin farkına varanlar, mütedeyyinlerin hayatlarından en kötü örnekleri cımbızla seçip servis etmekte yarışıyor. Üstelik bu diziler rekor üstüne rekor kırıyor. İzleyicilerin büyük çoğunluğunu, geleneksel sınırlarda hayat sürenlerin oluştuğu gerçeğine rağmen. 

Yıllardır İslam hassasiyetiyle yaşayanları tek bir satırda sınırlama eğilimi, ideolojik obsesiflerin bitmeyen travması. Dizilere doğrudan yansıması ise bu travmanın bir başka ve en yeni tezahürü. 

Bu hor görünün vardığı son nokta ise, dünyanın hiçbir yerinde ideal kabul edilmeyecek en düşük seviyedeki eğlence alışkanlığını yeraltından yerüstüne çıkarıp, yetmeyince meşrulaştırıp, yetmeyince cilalayıp gözümüze sokarak Müslüman ve mütedeyyinleri tartışmaktan bıktırıncaya kadar “rahatsız” etmek. Zira travmalıların Müslümanca hayatı ideolojik ayrım olarak kanıksaması sebebiyle, Müslümanların karşı durduğu her şeye karşı durmakla övünmekteler. Bu durum onları, berbat hayatları evlatlarına hoş gösterecek ve özendirecek kadar alçaltıyor. Bu vahameti anlatmaya kelimeler yetmiyor!

Belki bu hadsizliğin, bağnazlığın köklendiği yapımlar bir gün yayından kalkacak ama bıraktığı izleri kolay silinmeyecek, kirlettiği sular kolay temizlenmeyecek. İzlemeye tenezzül etmediğimiz hâlde yanı başımızda bitiveren bu tartışmaların gürültüsü kulağımızı öyle tırmalıyor ki hakiki gündemleri ıskalamaya devam ediyoruz. 

Bugünün güvenilir kaynağı ne medya, ne büyük(!) aydınlar ne de küçük(!) aydınlar. Yolunu seçmeye yetecek özgüveni içinde barındıran geçmişi es geçmeden okuyan, tarihi sağduyusuyla değerlendirenler, hakikati kovalayanlar hariç.

Yorulsak da kürek çekmeye devam etmek zorundayız. Köprülerin enkazı yüzünden büyük gemilerin yol alacağı geniş suları daralttıkça daraltsa; bizi geniş su havzalarından mahrum bıraksa da…