08 Mart 2018

Yoğun bakım

Babam, felçten sonra, vefattan önce, aylarca yoğun bakım ünitesinde yattı. O, dünya ile kabiri birbirinden ayıran son kapının bir tarafında aylarca geceleri sabahlara bağladı, eşi ve evlatları diğer tarafta. Onu berzah âlemine uğurlayalı dört yıl oldu. Hâlen, bir yoğun bakım ünitesinin önünden geçerken bekleyen hasta yakınlarını gördüğümde o kaygı ve yeis dolu gözlerine bakamam ama yine de gözlerime yaşlar hücum eder. Bir yoğun bakım ünitesinin kapısında canından bir parça için haftalarca, aylarca beklemediysen asla bilemeyeceğin anlık, keskin hisler ve kalıcı duygular vardır ki hiçbir doktor, hiçbir hemşire, hasta bakıcı, hiçbir psikolog ya da gazeteci bilemez bunları.

Yoğun bakım bölümlerinde hastaların ziyaret edilebilmesi için belirlenmiş bir ziyaret saati vardır.  Bir görevli tarafından listeden sırayla adı okunan hastaların sadece bir yakını yaklaşık yarım saatlik bir süre için içeri kabul edilir. Sevdiğinin adı okunur, yer ayağının altından çekilir, kalbin gök gibi gümbürderken bir sisin içinde kaybolmaya başlayan mekânın içine sarsak adımlarla girersin. Ellerin titrek ve beceriksizdir; bone, maske, galoş ve önlüğünü giymeye çabalarken ne kadar hızlı olmaya gayret etsen de hareketlerin de her şeyle birlikte senden uzaklaşmış, uğultulu bir ağır çekim içinde debelenerek sürüklenmektedir. Bir giyotin sırasında ilerleyen idamlıkların adımlarından bile daha zavallıdır adımların. İçerisi senin mahşer meydanındır. Girdiğin kapıyla sevdiğinin yatağı arasındaki mesafe kaç yıldır çözemezsin, ama hiç bitmesin istersin. O arada “dayday” durmaya çalışan bir bebek misin,  kapalı gözlerin ardından “kim geliyor kim geliyor” diyen annenin ya da babanın kucağına koşan bir çocuk musun, beli bükülmüş bir ihtiyar mı artık asla bilemezsin. Hem hepsisin hem hiç biri… Ayakların geri geri gitmek ister ama sen yürürsün. Yürür ve can parçanın karşısında durursun. Annen, baban, kardeşin, çocuğun ya da eşin. O an itibariyle işte karşındadır her şeyin. Gözleri ve şuuru biraz açıksa hem tesellin olur hem ayrı bir derdin. Kapalıysa bu hem bir derttir hem de ayrı bir teselli. Ne olursa olsun karşısında kendini çok mahcup ve suçlu hissedersin. O yatıyor, sen ayaktasın, o ayağını çekemiyor sen yürüyorsun, o artık yiyip içemiyor, sen yiyip içiyorsun. Hatta o artık sürekli uyarılar veren solunum cihazları olmadan nefes bile alamıyordur. Hâlbuki bunların hepsini birlikte yapıyordunuz. Onu yalnız bırakmışsındır. Onu bir türlü iyileştiremiyorsunuzdur.  Hastalanan bunları hiç düşünmese bile bekleyenler hep bunları düşünür. Bir elinden sen tutuyorsundur can parçanın, öbür elinden ecel. Ağlama, gülümse, güçlü görün ve ona her şey yolunda de… Üstelik dışarıda senden aynı şeyi bekleyen yakınların vardır daha…

İşte Bezm-i Âlem Hastanesi'nde böyle bir ziyaret saatinden sonra nöroloji yoğun bakımının önünde yön ve mekân duygumu kaybetmiş, koridoru amaçsızca ileri geri adımlarken görmüştüm o kadını. Ağlarken infial içindeydi. Yetmiş yaşındaki konuşamayan felçli annesinin hareket ettirebildiği tek koluyla ağlayarak ve öfkeden titreyerek yatağı yumrukladığını söylüyordu. Kızına işaretle güç belâ altını erkek hasta bakıcının temizlediğini anlatmış. Bu durumu biliyordum. Babamın iki yatak ötesinde yatan 22 yaşında gencecik bir anne vardı. Kendini kötü hissettiği için eczanede tansiyonunu ölçtürürken felç geçirmiş. Kızı henüz iki yaşındaymış. Bir kızı olduğunu, anne olduğunu hatırlamıyordu; şayet yaşarsa dört beş yaşlarında bir çocuğun aklıyla devam edecekmiş yoluna. Sıfıra vurulmuş saçlar, dupduru bir masumiyet ve artık bu dünyaya ait olmayan bir güzelliğin içinden bakıyordu dünyaya. Kendi altını bir erkek bakıcının temizlemesini o kendine dert edemezdi belki! Ama biz etmeliydik. Kocasının, annesinin, babasının acılarını saygılı bir gayretle azaltmaya çalışmak yerine kaba bir hoyratlıkla çoğaltmamalıydık. İki yaşındaki kızına hürmetsizlik yapmamalıydık. Neden bakımını bir erkek yapsın ya da o anlarını istemsiz bir bakışla bile doktor ya da hasta, başka bir adam görsündü, neden?

Hürriyet yazarı Ahmet Hakan'ın peşinden pek çok kimse Faruk Beşer'in bu husustaki hassasiyet çağrısını -hâlihazırda estirilen rüzgâra da uygun olarak-  “hocalığı” ve dindarlığı üzerinden seks derdine bağlamışlar. Kendilerinden gerçekten utanmalılar…

 Bir kadın ya da erkek hastanın kemalist, yahudi ya da ateist olması hâlinde bunu kendisine dert etmeyeceğini, yakınlarının da bu durumdan incinmeyeceğini mi sanıyorsunuz? Zaman geçtikçe pek çok şeyi kabulleniyor insan!  Sonra en büyük derdi, haftalarca, aylarca tavana bakarak yatan annelerinin, babalarının, çocuklarının, eşlerinin içeride neler yaşadığı, neler düşündüğü, neler hissettiği, yalnızlığı, çaresizliği, utancı, kâlplerinin ve gururlarının incitilme korkusu kalıyor. Yazarken kanıyor hafızam. Keşke bir kâlbiniz olsaydı.