04 Ağustos 2017

Zamandan payımıza düşen

İyi ve güzelin celladı yalnızca zaman mı? Onlardan mahrumiyet ve kötü manzaralara mahkûmiyetin tek suçlusu, “şu devir” mi?

Bugün bu sorulara cevap vermek isteyenlerin çoğu kere zamanı suçlu bulmayacaklarına kuşku yok. Zira insanın dönüşmesi için -Hz. Musa Aleyhisselam kıssasından mülhem- kırk gün kâfi ise, zamandan azade çözülüşün, zamanla hızını katladığına da kuşku yok.  

Adanmak için canhıraş didindiğimiz o tevekkül ve teslimiyeti ne çabuk unuttuğumuzu düşünmeden edemiyor insan. Çünkü tevekkülü yaşayabilmenin tadını almışsanız ve dünyayı çekilir yapanın teslimiyet olduğunu bilmekteyseniz, inanmanın ve Yaradan'a şükrün en önemli delillerden olduğunu da kabullenmeniz gerekir... Onsuzluktan sakınmak en iyisidir.

Zira çile, huzurun, şükrün ve iki dünya saadetinin anahtarı değil miydi? Efendimiz (s.a.v.) ile saadete erenler arasında İslâm'ın ilk şehitleri, ilk mazlumları, ambargo altında ilk ezilenleri, ilk iftiraya uğrayanları, ilk açları ve mahrumları vardı. Asırlar boyunca tekrar tekrar mahsun, mazlum ve perişan oldu ümmet. Elbette dünya diliyle, dünya gözüyle öyleydiler ki, ahir ömür için övülmüş ve müjdelenmiş birer kahramandılar.

Dünya gözünün saadetli saydıkları da yaşadı İslâm coğrafyasında. Aslında onların da ardında çilekeş bir zümrenin hatırası gizliydi. Efsane bir İstanbul anlatılıyordu ya... İki aydan fazla sahibini arayan para dolu kese, emaneten bir ağacın gövdesinde kendi haline terk edilerek bekliyor, hak etmediğini düşünen kimseler tenezzül edip ona dokunamıyordu. Fatih Sultan Mehmed fethettikten kısa bir zaman sonra, hak ettiğini de etmediğini de iyi bilen, minnetini yalnızca asıl sahibine sunan, huzur duyan ve huzur temin eden bir zümrenin yaşadığı hakiki bir şehre dönüşmüş bir İstanbul görmüştü dünya. İşte o İstanbul'du zenginin feragatine tenezzül etmeyen...

Zaman aktı, bugüne yaklaştı. Saadet, yine görünmez, duyulmazlar arasına karıştı. Gözlerin ardına, teslimiyet halindeki dimağlara hapsoldu. İşte şimdi kime sorsanız, zamandan ve ahvalden şikâyet eder oldu. Bahar dalındaki bülbülün feryadını yazan kalem sustu, solan çiçeklerin kuru dallarına kederli haykırışlar dizdi. Şikâyet ehli, gam yüklü zihin bulanıklığını, sırf kendi ve kendi gibilerinin tanıdığı ayrı bir lisanla dillendirir oldu. Sonra saadetin izini sürdü. Aradığı dünya gözünün görebildiği olunca, ne gerçekten görebildi, ne de perdelenmiş kulakları bülbülün aşk dolu sesini işitebildi bir daha.

Güzellik ve ululuk karmaşasını bir tarafa bıraksak bile "en iyi"nin içini, insanı zaman zaman doğduğuna pişman eden görüntüler doldurur oldu. Zamane en iyiyi seçerken dahi, en irkiltici, en şaşırtıcı, en iç kıyıcı olana paye veriyordu. Dünya gözümüzün görmediği ne kadar şey kalmıştı ki geriye? Bir saadet bahsi açılsa bile perde arkası deşilir ya da kurgulanır olmuştu.

Dünyanın en iyi fotoğrafları daima savaş fotoğraflarıdır bu yüzden. İnsanlığın çileden çıktığı en uç sınırların kareleridir. Artık öylesine huzursuz ki dünya, en iyi diye seçilen fotoğrafların yarısından fazlası viraneler, ölüler, yaralılar, ölmek üzere olanlar, sevimsizler, gaddarlar, cellâtlar ve hakkı yenmiş çocuklarla doldu.

İnsanın bir tarafı öylesine zalimdi ki... Zamaneler için çile, şahit olmakla başlıyor artık. Şahit oldukça kirleniyor, nefret duyuyor, gama bürünüyor, kızıyoruz. Bir an dahi olsa tevekküle ara veriyoruz. O anlar sıklaşıyor, sıklaştıkça birleşiyor, birleştikçe yontuyor ve değiştiriyor kalplerimizi.

Gözleri belki bunca kötülükten sakındırmalı, lakin onları yeniden cilalayacak ibretler de lazım. Sırtını konfora yaslamış hayatları gölgelendiren ateşler olmasa nasıl hesaplaşırdık ki kendimizle... Tanışılmamış acıları izlemek, yalnızca izleyene kolay. Tanış olmak ise komşu yapıyor bizi onlara... Yanlarında olmayı mümkün kılıyor.

Belki mahrumiyet ve mahkûmiyet devri olan zaman, en azından komşuluk edebilenler için bir mükâfata dönüşür.