08 Nisan 2017

Bir mütefekkir, bir bakan, bir köşe yazarı

 

Allah'ın son peygamberine, son peygamberin ise insanlığa hediyesi olan aziz Ömer'in hilafeti zamanındaydı.  Mescitten çıkarken birisine bakarak “şu adamdan bir türlü hoşlanamadım” dedi. Bunu duyanlar, halini düzeltmesi ve kendisine çeki düzen vermesi için adama haber verdiler. Adam bir sonraki namaz vaktinde aynı kapıda Ömer'in karşısına dikildi ve “Ey Ömer bazı insanlara benden bir türlü hoşlanamadığını söylemişsin, bu doğru mudur” dedi.  Ömer “evet doğrudur”  deyince o sordu;

Ey Ömer, beni Allah'a ve Rasûlüne ihanet ederken mi gördün?

Hayır!

Peki, beni bir haramı açıktan işlerken mi gördün?

Hayır!

Peki,  bir farzı açıktan terk ettiğimi mi gördün?

 Hayır! Allah şahidimdir bunların hiç birini görmedim.

O zaman bana neden zulmettin Ömer?

 

Bu balyozvari soru karşısında Ömer sarsıldı, derhal adamın ellerini tuttu ve herkesin duyacağı bir sesle “İnsanlar ben bu kardeşinize sözümle zulmettim” dedikten sonra “kardeşim lütfen beni bağışla, çünkü ben sana apaçık bir haksızlık ettim” dedi.

 

Titrediniz mi? Nefesiniz kesildi mi? Kalbin fıkhı olduğunu çoğunuz bilmiyordunuz değil mi?  Sevmek ve sevmemek hususunda da hükmolunmuş kriterlerden mesul olduğumuzu ne kadar muhteşem anlatıyorlar bize.  Eğer müminseniz “ister severim, ister sevmem” diyemezsiniz. Ellerimizle yaptığımız hudut ihlalleri kalplerimizin sınırlara hürmeti sebebiyle bağışlanabilir ama kalplerin hudut ihlali bağışlanmayacaktır. Kalbinin ayakları sınırın ne tarafına basıyorsa oraya âitsindir. Kimleri seviyorsun, kimlere müsamahakar, kimlere tahammülsüzsün? İşte senin hakikatinin boynuna asılan hükmü odur. Hani  “ müminlere karşı şefkatli kâfirlere karşı şiddetli” bulunacaktık. Nedir bu müminlere hep celâl, hep tahammülsüzlük, bu lince ayarlanmış ruhlarınız? İçinize şeytan mı girdi?

 

Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç Siirt'teki kitap fuarında Yusuf Kaplan'ın konuşma yaptığı konferans alanına giriyor ve tebliği bölerek platformda konuşmakta olan hatiple tokalaşmak istiyor. Nereden bakarsanız bakın, bakan açısından çok vahim bir düşüncesizlik ve sadece konuşmacıyı değil orada bulunan dinleyicileri de hiçleştiren, kendilerini değersiz hissettiren, yok sayan bir kabalık. Burada bir prensip ve üsluptan bahsediyoruz. Konuşmacının ciddiyet ve ehemmiyetine göre değişen bir durum değil bu! Konuşan Yusuf Kaplan değil de Yılmaz Özdil olsaydı, bakanın yaptığı yine uygunsuz bir davranış olacaktı. Zaten görüntülerde bakan ve ardındaki kalabalık heyet sahneye doğru yaklaşırken hem dinleyicilerin hem de Yusuf Kaplan'ın yüzündeki şaşkınlık ve gözlerindeki “gerçekten bunu yapmayacaksınız değil mi” ifadesi o kadar açık görülüyor ki… Ameliyathane kapısı açılarak kendisine otobüs hattı sorulmuş bir cerrah gibi… 

 

Hâlbuki bizim bir edep fıkhımız da var. İslâm insanları bir ilim veya tefekkür meclisine sonradan girildiğinde selam vererek dikkatleri dağıtmaktan bile men eder ve ayakta beklemeden, ilerlemeden bulunan ilk boşluğa oturularak,  katılımın ân itibariyle sekteye uğratıcı/duraklatıcı etkisinin derhal yok edilmesini emreder. İçeri gelen ister şehrin terzisi ister valisi olsun aynı kaidelere riayetle mükelleftir.  İzzet Allah'a, Rasûlüne ve müminlere âittir ve Müslümanların arasında geçimlerini sağladıkları işlere, ünvanlara göre bir hiyerarşi ve kast sistemi oluşturulamaz.      

 

Ancak profesyonel cehalet bütün bu hakikatlerin hilâfına gerçekleri ters yüz edebilir. Allah ve Rasûlünün, kitap ve nizamın hüküm verdiği, ilmihalleştirdiği bir hususta bile aymazlık ve hadsizlikle “car car” edilmemelidir değil mi? Bu minvalde Mehtap Yılmaz'ın Yeni Akit'teki köşesinde yazdıklarını ve altına yapılan bazı yorumları içim acıyarak okudum. Bu sadece bilmezlikten kaynaklanan cüret ve zihni tartımsızlık değil, bir “gönül sapması” hâli. Önüne düştüğünü sandığı Müslüman bir mütefekkiri ya da herhangi bir insanı,  “bas bas  bağırarak” sakil bir kin ve iştahla tekmelemek nedir? Üstelik lince teşne, içinde kayboldukları cehaletleri klavyelerinden taşan bunca yorumcu bulunması kolektif bir marazla malûl, açık ve ağır yaralarımız olduğunu gösteriyor.

Bakan onu “adam yerine” koymuş, ona basıp geçmemişkibir abidesiymiş, “hım hım hım” diye konuşurmuş, akıllı bıdıkmış, saçları dağınık ve zangoç kılıklıymış, bakanı tanımazmış ama bakan ne kadar da asaletli insanmış… İstikrah! 

 

Bir de köşe yazarının, “Yusuf Kaplan cumhurbaşkanına  ‘manyak mısın' dedi” iddiası var ki o da üzücü. Konuşmayı dinliyoruz; Türkiye'nin dış politikasından bahsediyor ve mücessemleştirerek devleti itham ediyor. Ne cumhurbaşkanının ne de  makamının ismi kesinlikle telaffuz edilmiyor. Kaldı ki Yusuf Kaplan'ı doğaçlama dinleyenler bilir; Nietzche “manyak” bir adamdır, batının bütün putlarını yıkmıştır. Mecelle “manyak” bir eserdir, fıkhı benzersiz şekilde sistematize etmiştir. Yani bu kelimeyi bir ucu aşkınlığa bir ucu aşırılığa bağlanmış bir anlam savrulmasıyla kullanıyor.

 

Bu hadiseyi sol seküler medya -örneğin T24- “Akit yazarından Yusuf Kaplan'a: Otur oturduğun yerde, bu kibir seni bitirdi” başlığıyla ve saklayamadığı bir coşkuyla vermiş. Satranç dehalarını her zaman takdir ettim.  Oyun kurarken ve hasmının taşlarını yerken bâtılın da içgüdüsel olarak şaşmayan bir önem ve öncelik sıralaması var.  Belli ki kendileri için “car carları” değil “hım hımları”  çok daha tehlikeli buluyorlar.