21 Nisan 2018

Cinnet panayırına asansör fantezisi için bir ara ve Bedri Baykam’ın kemiği

Sene 2001…  Şişli'de Lape Hastanesi'nin önünde bir seyyar kitapçıda Bedri Baykam'ın yeni çıkmış “kemik” adlı romanını gördüm. Altı yüz sayfaya yakın! Üzerinde “yeni bin yılın kült romanı” yazıyor.  Hem Kitabı hem de yazarını Doğan- Uzan- Dinç Bilgin medyası ve türevleri yere göğe sığdıramıyor o zamanlar. Zira Bedri Baykam 28 Şubat günlerinin ekran ve manşetlerinde parlatılan laisizm şövalyelerinden biri. Altı yüz sayfa boyunca ne yazmış olabilir ki diye gerçekten meraklandığımı ve sırf bu sâikle kitabı aldığımı hatırlıyorum. Merakım hızla izale oldu; Zira kitap o yıllarda Cumhuriyet Gazetesinin verdiği Bilim Teknik dergisinin geçmiş sayılarının ciltlenmiş hâli gibiydi. Cumhuriyet'in ekinde yayımlanmış bilim ve teknoloji temalı makalelerin başına girizgâh olarak romanın kahramanı olan karakter ile biraz iğreti –nedeni ve motivasyonu anlaşılamayan- bir arkadaşlık rolü iliştirilmiş akademisyen bir kadının piyes formunda muhaveresi ekleniyor sonra da dümdüz makaleleri okuyordunuz.

 

Bu makaleler daha çok yazarın “iç dünyasına” ve roman kahramanının karakteriyle yaşam biçimine ilişkin okuyucuda oluşabilecek rahatsızlık hissine karşı kabullendirici ve yumuşatıcı bir tesir oluştursun, bir tür hava yastığı işlevi görsün diye metine doldurulmuş gibiydi. Metninin alt dilinde “tamam, vahim ölçüde müptezel hatta rezilliğin alt-üst sınırlarını târumar ederek yaşıyoruz ama bak kuantum ve kara deliklerle de ilgiliyiz! Öyleyse ‘rezillik' senin zannettiğin kadar kötü bir şey olmayabilir” diye şakıyan bir önermesi vardı sanki kitabın.  Hafızam beni yanıltmıyorsa, roman kahramanının, kendisine güvenerek evine gelen cinsel birliktelik yaşadığı kadınların o anlara ilişkin görüntülerini gizlice kaydedip arşivlemek gibi zararsız ve koleksiyoner alışkanlıkları da mevcuttu. Buna rağmen kitabı, cümlelerin istiap haddini zorlayan övgüler eşliğinde tahlil eden bir tanıtım yazısında şöyle söyleniyordu; “sakıncalı görülen pornografik bölümler 588 sayfalık romanda yüz sayfa bile tutmuyor. İkincisi kimse bu romanı okuduktan sonra sokağa fırlayıp tecavüze ya da banka soygunculuğuna falan kalkışmaz. Keşke her roman kendi okuyucusunu, romandaki gibi bir yaşama itebilseydi, yeryüzünde savaş, açlık, kindarlık, işkence, gaddarlık da olmazdı.” Nasıl bir yaşammış bu biraz daha anlamaya çalışalım o zaman! Şöyle;  “kola almak için girdiği kuyrukta bile önündeki kıza fortçuluk yapan, uyuşturucu ve alkol bağımlısı olmayan, klasik müzik dinleyen, tam anlamıyla bir dişi bağımlısı olan solcu ve Atatürkçü Selim Targan…” 

Neyse durum iyice zıvanadan çıkıyor!  Son bir alıntıyla bu faslı bitirelim.   "....âşık erkeklerin bile poligam olduğunu bir türlü anlayamayan birçok kadın, bir 'gizli' ilişkiyi öğrenir öğrenmez 'aldatıldım' duygusuna takılarak, gözyaşları arasında arkadaş turu atıp acıklı haberi veriyor ve boşanmanın kendisini veya blöfünü hemen devreye sokuyordu. Kendileri âşık olunca, başka erkeklerle seks yapamayan kadınlar, 'erkek bunu yapabildiyse artık kesin beni sevmiyordur' biçiminde yüzeysel ve komik bir analiz yaparak çığlığı basıp, ortalığı velveleye vermeyi kalıcı bir hastalığa dönüştürmüşlerdi. İşte Mişa kesinlikle bu salak kadın tiplerinden biri değildi."(s.505)

 

Alıntılardan vazgeçip esas mevzûya gelmeye devam edelim. Romanın baş karakteri en sonunda kendisini yatında misafir eden iş adamı arkadaşının  hem karısıyla hem de kızıyla ilişkiye girer.  Ama kitap, okuyucuya bir türlü “bu nasıl bir vicdansızlıktır” deme imkânı vermez. Zira az ilerilerinde demirleyen bir başka hiper lüks yatın iki tarafından kanatlarının çıkıp havalanışını şaşkınlıkla seyreden roman kahramanı birden Atatürk'ün “istikbâl göklerdedir ” sözünü hatırlayarak onun yine haklı çıktığını düşünür. Sonra gözlerinden bir çift yaş süzülür. Vicdan tüm görkemiyle oradadır işte!

 

Bedri Baykam'ın içindeki “muzip ve zeki çocuğu”  Murat Ülker'e boş bir çerçeveyi bir sanat yapıtı olarak 125.000 dolara satmasından çok önce daha bu ‘eserini' okurken fark etmiştim. Yeni bin yılın kült romanı dediği bu  yazına  “Kemik” adı koyup okurun önüne fırlattığında ne yaptığını sanırım iyi biliyordu.  Christoph Martin'in  Abderalılar romanında anlattığı gibiydi. Kısaca, ne versen gidiyor ağbi...

 

 Geçenlerde Fatih Altaylı'nın sosyal medyada “asansöriler” başlıklı bir video paylaşımına denk geldim. Bu memlekette  şansa yaşanıldığını, ülkedeki herkesin yıllardır tecavüz riski altında hayat sürdüğünü yeni fark ettiğini filan söylüyordu. Çok kaygılıydı! Önce onu teskin etmek isterim; endişelenme, burası her sekiz kadından birinin en az bir kere tecavüze uğradığı açıklanan Fransa değil.  Cinsel taciz ve saldırı istatistiklerinde Fransa'nın bile yetişemediği ve hep en üst sırada yer alan Kanada ya da  türevi frenk ülkelerinden birisi de değil. Türkiye'de ortalama bir  insan yetmiş-seksen yıllık ömrünü  tecavüze uğramış  tek bir kadın görmeden tamamlar. O listelerde ne ilk onda, ne yirmide, ne otuzda olmadı, olmayacak bu memleket! Burası Türkiye! Cennetimiz!

 

Gelelim esas meseleye! Bu bahsettiğimiz kemik namlı roman şöyle bir sahneyle başlar; Keşke herkes öyle yaşayabilseydi denilen, romanın Atatürkçü ve solcu kahramanı Selim Targan arkadaşı Fuat'la birlikte geç saatlerde  iyice tenhalaşmış bulunan plâzanın asansörüne binerler. O sırada kabine onlarla beraber  daha evvel tanımadıkları genç bir kadın daha girer. Bir süre kadını süzen kahramanımız asansörün stop düğmesine basar. İki adam aralarına aldıkları kadının elbiselerini sıyırıp pornografik tahayyülün havsalasını hırpalayan işleri aynı anda yaparlar. Aralarında hiç bir konuşma geçmez. Her şey olup bittiğinde kadın salınarak  giderken arkasına  döner ve onlara yalnızca gülümser. Tıpkı kola kuyruğunda fortçuluk yaparak  taciz ettiği kızın dönüp yaptığı gibi...

 

Evet, cıvık ve gayrı ciddi asansör fetvasının hazır kıta bekleşen haşin gladyatörleri, “siz kadınları ne olarak görüyorsunuzcular” “nerenizle düşünüyorsunuzcular” “bu ülkede yaşanmazcılar” Kemik de sizin, meydan da...